Ölüm terapisi

muratamam

Yazar
Kayıt
12 Temmuz 2010
Mesaj
479
Tepki
364
Ölüm, bu hayatın en kesin gerçeği. hatta tek kesin gerçeği. ve ölümü çözmeden hayatı çözmek mümkün değil. Düşünün ki, küçücük çocuklar bile “Ben nereden geldim?” sorusunu, ardından da, “ölünce nereye gideriz?” sorusunu cesaretle sorar, ölümün ve hayatın sırrını merak ederler. Oysa bazen görüyoruz ki, koskoca adamlar, ne ölümü çözmüşler ve hatta ne de derinlemesine düşünmüşler. Ölümü çözülmez sanmış, ya da bulacağı cevap ilk anda işine gelmediği için çözmeden bırakmışlar.

Peki böyle insanların, hayatlarına doğru ve değerli bir anlam katmaları mümkün mü? Olsa olsa sahte teselliler, geçici oyuncaklar ve yalancı tanrılarla oyalanır ve kendilerini uyutup kandırabilirler, o da bir süreliğine.

Ama ne zaman ki insan, zayıflığını, muhtaçlığını ve ölüm karşısındaki çaresizliğini anlar, kendisine itiraf eder ve çözüm için de yalvarırsa, işte o zaman, 'içine düştüğü kuyunun duvarı yarılır ve şahane bir bahçeye bir kapı açılır.' Yoksa “Ben kendime sahibim, kendi adıma yaşıyorum, kendime güveniyorum, ölümü de düşünmek istemiyorum.” mantığında inat eden bir insan için, sahte dünya cennetleri dahi cehennem gibi olur. Zira bir dünya cenneti kurmak, faraza kurabilse dahi, onu bozulmaktan, kaybolmaktan korumak ve öleceğini bile bile, ama ölüm yokmuş gibi yaşamak, kolay kaldırılacak bir yük değildir. Dünyada cenneti yaşamayı istemek, dünyayı cehenneme çevirir sadece. Hayat gemisinin sahibine dayanıp tevekkül etmek ve 'yükünü gemiye bırakıp' zahmetten kurtulmak lazım.

Çocuk büyütenler bilirler, 3-4 yaşlarından sonra çocuklar iki konuyu ısrarla sormaya başlarlar: Biri doğum, diğeri ölüm. Bir yandan “Ben nasıl doğdum?” sorusu, diğer yandan da “Ölünce ne olur, ölenler nereye giderler?” soruları büyükleri sıkıştırır bu dönemde. Ve bu sorulara çoklukla, saçma vaya kaçamak cevaplar verilir. “Seni leylek getirdi yavrum.” sözü bunların en çok bilinenidir. Oysa (hep söylüyoruz) çocuklar cevabına hazır olmadıkları soruyu sormazlar zaten. Dünyayı ve hayatı yeni yeni tanımaya, anlamaya çalışan o meraklı zihinlerin, bu temel bilgilere ihtiyacı vardır tabii ki. İşte bu dönemlerde aile ölümle ilgili sorulara yetersiz ve yanlış cevaplar verirse, çocuğun kafası karışır. “Yavrum, merak etme, sen ölmezsin.”, “Yaşlılar ölür evladım.” gibi cevapların çocuğu kandırabileceğini mi sanıyorsunuz? Çocuğunuz aptal mı? Tv’den, çevreden, gençlerin, hatta kendi gibi çocukların bile ölebildiğini öğrenmiyor mu? Herkesin ölebileceğini, daha doğrusu, herkesin mutlaka öleceğini anlamıyor mu?

İşte erişkinler ölüm konusu açıldıkça böyle saçmalar, eveleyip gevelemeye başlarlarsa, çocuk şöyle düşünür: “Anlaşılan ölüm, korkunç ve çözümsüz bir gerçek. Bu konuyu kapatmak lazım.” Ve sonra sorular kesilir. Cevabı alınmayacaksa, neden soru sorulsun ki? Aile de bu fırtınayı atlattığı düşüncesi ile rahatlar. Ama asıl fırtına çocuğun iç aleminde kopmaktadır artık. O nazik ve kırılgan ruhu, kaçınılmaz ve görünürde acımasız olan ölüm gerçeğine, ölüm korkusuna dayanamaz. Ve kaçar. Oyuncaklarına kaçar, haylazca eğlencelere kaçar, kendini onlarla avutmaya çalışır. Ölümü görmemeye, düşünmemeye gayret eder.

Ve tam da bu yaşlarda, birtakım sebepsiz korkular gelişir çocukta. O güne dek köpeklerden, karanlıktan vs. hiç korkmayan çocuk, artık karanlıkta yatamaz, köpek gördü mü çığlık atar, öcülerden bahseder. Bunun sebebi açıktır. Ölüm korkusu ruhuna sinmiştir. Ama ölüm her an, her yerden gelebileceği için, bu sürekli tedirginlikten kaçınabilmek için, bu korkunun yerine, yine ölüme yol açabilecek, ama aynı zamanda kaçınabileceği bir sembolik korku geçirilir. Buna tıbbi dilde 'replasman' denir. 'Yerine geçirme' yani.

Kaçınılamayan bir korkunun yerine, kaçılabilecek bir korku objesi geçer. Böylece ölüm korkusu, mesela köpek korkusuna yerini bırakır. Bu savunma düzeneği sayesinde, etrafta köpek olmadığı sürece rahattır çocuk.

Tabii aslında derinde ölüm korkusu olduğu yerde durmaktadır. O yüzden de çocuğun köpek korkusu bir şekilde tedavi edilse bile, yerine başka bir sembolik korkunun geçmesi kaçınılmazdır. Ve yaş ilerleyip erişkin çağa gelindiğinde ve köpekten korkmak, artık komik kaçtığında, onun yerini mikrop kapma korkusu veya yükseklik korkusu gibi benzerleri alır. Sonunda da kişi psikiyatriste başvurur. “Doktor bey, ben asansöre binemiyorum.”

Bu durumda, bir psikiyatristin yapacağı iki şey vardır:
1- Doğrudan ve sadece görünürdeki korkuyu yenmesi için yardım etmek.
2- Alttaki esas kaynak olan ölüm korkusuyla yüzleştirip onu çözmesini sağlamak.
Birinci aşamada hasta hekime hayli yardımcı olur. Ama sıra temeldeki korkuyla, yani ölümle yüzleşmeye gelince iş zorlaşır. zira ölüm bir tabudur çoğu kişinin zihninde. Problemin ölüm korkusu ile olan ilişkisi yıllar önce kesildiği için, bazı hastalar anlayamaz bile aradaki bağı. Ölüm bahsine girmemek için direnirler. Bu durumda bazı soru ve örneklerle konuyu açmak gerekir.

Mesela psikiyatride en çok rastlanan fobi (korku) objelerini bir sayalım: Yükseklik, asansör, kapalı yerde kalmak, yılan, köpek gibi hayvanlar, mikrop kapmak, hasta olmak, deprem, yangın, sel, fırtına vs. Listeyi uzatabiliriz. Peki tüm bunların ortak noktası nedir sizce? Tabii ki ölüm. Tüm bunlar ölüme yol açmaları ihtimali olan objelerdir. Asansörden neden korkar ki insan? Ağız kokusu duyulacak diye mi? Tabii ki değil. “Ya asansör düşerse veya arada kalır da havasızlıktan ölürsem” diye korkar. Ya yükseklikten niye korkulur? Rüzgarda üşütme riski yüzünden mi? Elbette hayır. “Ya düşer de ölürsem?” diye. Peki temeldeki ölüm korkusunu yenmeden bu tip korkulardan kurtulabilir mi bir insan? Kesinlikle hayır.

Ölüm, her insanın en büyük sorunudur. Söyleyin, bir insan mutlaka ünlü olur diye bir kural var mı? Yok. Veya mutlaka evlenir diye bir kural? Yok. Mutlaka zengin olur diye? Hayır. Peki insan mutlaka ölür diye bir kural var mı? Evet, var. Aslında bu hayatın tek kesin gerçeğidir ölüm. Başka her şey mümkündür, ama ölüm kesindir.

Üstelik öleceğini bile bile yaşamak da, sadece insana mahsustur. Hayvanlar bu bilince sahip değildir. Kurban bayramlarında görmüşsünüzdür, hayvanlar sırayla kesilirler ama, sırası gelene dek, diğerleri afiyetle otlamaya devam ederler. Zira o bilinç hayvanda yoktur. Onlar geleceği düşünmez, hesap etmezler. Ama insan öleceğini bile bile yaşayan tek varlıktır. Peki bu açmazı çözmeden, bu korkuyu halletmeden, insan huzuru bulabilir mi? Tabii ki hayır.

Bunu sadece ben söylemiyorum. “Bugün dünyanın en ünlü psikiyatristi kimdir?” diye sorsanız, çoğu kişinin vereceği cevap “Irwin Yalom” olacaktır. İşte bu Yalom’un 'Varoluşçu Psikoterapi' isimli kitabının yüzlerce sayfa tutan ilk iki bölümü sadece ölüm üzerinedir. Üstelik Yalom (anlaşıldığı kadarı ile) inançsızdır. Ama bu, onun apaçık ölüm gerçeği ile yüzleşmesini önlememiştir.


Hastalarıma da bunu söylüyorum zaten. Psikiyatrik açıdan, illa ki inançlı olmanız gerekmez. Ama madem ki insansınız ve ölümlüsünüz, ölümle yüzleşmek ve onu çözmek zorundasınız. Bunu nasıl yapacağınız bir psikiyatrist olarak benim sahama girmez. İster inançlarınızı kuvvetlendirirsiniz, ister başka bir felsefe ile çözersiniz, o size kalmıştır. Eğer inançlı iseniz (ki ben de inanç dışı yollarla bu meselenin hakkıyla halledileceğini düşünmüyorum) belki o yönde önerilerim de olabilir. Ama mesela “Ben ölünce kurbağa olacağım, zürafa olacağım.” da diyebilirsiniz, “Yokluk güzel şey aslında.” diye bir teselli de geliştirebilirsiniz. Psikiyatrik açıdan esas önemli olan, sizin bu soruna öyle veya böyle, bir çözüm bulmuş olmanızdır.

Bilgisayar konusunda uzman, hem de aşırı zeki bir hastam olmuştu. Her konuda tıkır tıkır işliyordu kafası. Ne sorsam dakikalarca ve zekice cümlelerle cevap veriyordu. Zihnim ona yetişemiyordu bazen. Hatta bir ara saydım, dakikada 120-130 kelime üretebiliyordu. Birden bire “Ölüm konusunda ne düşünüyorsun?” diye sordum. Sonraki bir dakika boyunca “hık mık” şeklinde sadece 3-5 kelime çıktı ağzından. Afallamıştı. Ardından yavaş yavaş açıldı. Ve öylesi ilginç şeyler anlattı ki.

Aslında ölümden fena halde korkuyordu. Hiç yaşlanmamak, hiç ölmemek istiyordu. Hatta o yüzden içki-sigara içmiyor, bir sürü sağlıklı yaşam prensibi uyguluyordu. Ama ölecekti sonunda, biliyordu. Zira henüz ölüme çare bulunamamıştı. Fakat 60-70 sene sonra tıp bunun da çaresini bulacaktı, inanıyordu buna. Ama o zamana kadar yaşasa bile, yaşlı insanların bedeninde bu ölümsüzleştirme işlemi muhtemelen yapılamayacağı için, kendisinin işine yaramayacaktı bu gelişme. Bu durumda tek yol kalıyordu geriye. Bir şekilde kendisini 'dondurtup', o zaman geldiğinde çözdürerek ölümsüzleşmek. Bu işlem yapılıyordu yurt dışında, duymuştu. Ama bunun için de çok para lazımdı. O yüzden 5-10 yıl içinde iddialı bir şeyler yapıp astronomik paralar kazanmalıydı. O zaman ölümden kurtulabilirdi belki.

Ama aslında bu da tam bir çözüm değildi ona göre. Zira bunu başarsa ve ölümsüzleşse dahi, fiziksel hesaplara göre ve entropi kanunu uyarınca, milyonlarca yıl sonra dahi olsa, bir şekilde tüm evren yok olacaktı ve sonunda öyle veya böyle mutlaka ölecekti. “Ha on yıl yaşayıp ölmüşüm, ha on milyon yıl yaşayıp ölmüşüm, ne farkı var ki?” dedi. Zekası muazzamdı ama temel meselesi beş yaşındaki çocuklar da dahil olmak üzere, hepimizin ortak meselesiydi. Ve ölüm konusuna girince ölesiye korkuyordu. Konuyu değiştirdi ve içindeki sebepsiz gerginliği anlatmaya döndü. Ama ben ona tavsiye edeceğim kitabı bir kağıda yazmaya başladım: 'Ölüm son değildir. Selim Gündüzalp.'

Bu kitapla ilgili bir hatıram daha var. Yaşlı bir teyze gelmişti. Yaşıtı olan bir dostunun ciddi bir hastalığa yakalanması sonrası aniden sıkıntı, moral bozukluğu ve uykusuzluk başlamıştı. Konu ister istemez ölüme geldi tabii. O kadar açıktı ki sebep-sonuç ilişkisi. Biraz direndi. Ama sonunda bu konuyu düşünmeye ve önerdiğim kitabı okumaya söz verdi. Birkaç gün sonra kızı aradı telefonla. “Doktor bey, siz o kitabı önerdiniz ama, annem okudukça ‘Ben de öleceğim.’ diye daha da korkuyor. Bence yanlış yaptık.” “Hayır." dedim, "Bugüne dek üstü örtülmüş bir yarayı açığa çıkardık. Başlangıçta bir tedirginlik yaşaması doğaldır. Bir sorunu çözmek için yüzleşmek lazım. İlk yüzleşmede de bazı sıkıntılar olabilir. Bence dozunu biraz düşürmekle beraber devam etsin.” Pek aklına yatmadı kızının. “Biz şimdilik sadece ilaçları kullanalım, kitap sonraya kalsın.” dedi. Israr etmedim.

Bir hafta sonra hayli rahatlamış olduğu haberi geldi. Kitap konusunda yine uyardım, yine dinlemediler. Ondan da bir hafta sonra yine geldi muayenehaneye. Bitkindi, çok moralsizdi. Kitabı okuduğundan değil, okumadığından tabii. Zira bir önceki gün, o arkadaşı ölmüştü. Görüşme sonunda kızına şöyle dedim: “Eğer çevrenizde kimsenin ölmeyeceğini, annenizin de hiçbir şekilde ölüm haberi almayacağını garanti edebiliyorsanız, bu konuyu kapatabilirsiniz. Yok bunu yapamayacaksanız, ki yapamazsınız, o zaman lütfen şu ölüm korkusunun üstüne gidin artık.” “Haklısınız.” dedi. Kısa süre sonra da iyi haberlerini almaya başladım.

Yaşlılar kadar, hatta daha da fazla, çocuklar için ölüm korkusu ciddi bir sorundur demiştik. Bir akrabamın altı yaşında bir oğlu var. Kızlarımla oynarken hep “Seni bir bıçaklarım, kafanı uçururum, ölürsün.” gibi sözler kullanıyordu ve hayli de hırçındı. Hâli ilgimi çekti. Bilinç altında ölümle ilgili korkuları olduğu açıkça belliydi. Bir kenara çekip sordum: “Ölünce ne olur?” Birden ciddileşti ve “Hastaneye götürürler.” dedi. “Sonra?” dedim. “Orada kalır.” dedi yüzüme bakmadan. “O kadar mı?” “Evet.” Suskunlaşmıştı. Annesine döndüm. Güya annesine söylüyor gibi, “Siz ölümün bir son olmadığını, ölenlerin buradan daha güzel bir dünyaya gittiklerini, hele çocuklar ölürse, doğrudan Cennet'e gideceklerini anlatmadınız mı?” dedim. Çaktırmadan beni dinleyen çocuk birden gülümsemeye başladı ve “Biliyorum, duymuştum.” deyip keyifle oyununa devam etti.

Sonra annesini uyardım. Yaptıkları hata, çocuğa bu bilgileri bir zamanlar sadece birkaç kez verip, sonra bunu yeterli görmeleri olmuştu. Oysa sürekli tazelenmesi gerekirdi bu telkinlerin. Çocuklarını bu konularda bilgilendirdikten sonra, ilerleyen günlerde hırçınlığında belirgin bir azalma olduğunu gördüler.

Aslında çocuklar ölüm konusunda en rahat konuştuğumuz kişilerdir. Erişkinlerin manevraları, yandan cevapları, kaytarmaları, uzun cümlelerle yaptıkları, güya mantıklı savunmaları çocuklarda yerleşmemiştir henüz. 5-10 yaşlarında bir çocuğa “Ölüm hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorduğunuzda, o denli ilginç ve ayrıntılı cevaplar alırsınız ki, şaşarsınız. Bazı erişkinlerden gelen “Doktor bey, ben ölümden korkmuyorum, prostat kanserinden korkuyorum sadece.” türünden komik savunmalar yapmaz onlar. Ve çocuklar sandığınızdan çok daha fazla düşünürler ölümü. Ama siz konuşmaz veya hep konuyu başka yerlere çevirirseniz, neden deşsinler ki bu tabuyu? Konuyu önce siz açmalısınız. Bir zamanlar eda etmediğiniz soruları kaza etmelisiniz yani.

Denilebilir ki: “Herkes ölümden korkar, bunda bir gariplik yok.” Hayır, herkes ölümden korkmaz. Birçok insan hayat felsefeleri veya inançları sayesinde ölüm korkusunu yenmeyi başarabiliyor. “Ölüm bugün gelse, baş-göz üstüne geldin diyeceğim.” diyenler çoktur. Hele inancı sağlam olan birisinin, ölümden korkması anlamsızdır bile denebilir. Ama o inancı tam sindirmek gerekir tabii.

İnançlı olduğu konuşmalarından anlaşılan, hatta tesettürlü bir bayan hastam, aynen şöyle demişti bana: “Doktor bey, ben ölümü ve sonrasını dini kitaplardan öğrendim zaten. Ölüm aslında güzeldir, bunu biliyorum. Ama böyle tatsız konuları düşünmem şart mı?” Elimde olmadan gülümsedim. Hem “Ölüm güzel.” diyordu hem de “tatsız konu”. Neden? Zira ölüm konusunda bildikleri, rafta duran bir ilmihal kitabı gibiydi. Çok gerekmedikçe devreye girmeyen, hakkıyla sindirilmemiş, teorik bir bilgiydi.

Bu gibi kişiler, genellikle devekuşu mantığı kullanırlar. Konu açılmadıkça ölüm yokmuş gibi yaşamaya çalışırlar. Ölümden sadece başkaları için bahsederler. Ama bıçak kemiğe dayanınca, bir hastalıkla, bir kayıpla, ölümün kendilerine de yakın olduğunu hissedince, ancak o zaman rafta duran kitabı açar ve “Ha, ölüm son değilmiş.” diye teselli bulurlar. Fakat biraz rahatladıktan sonra ölümü yine unuturlar. O yüzden de bu korku tam olarak çözülmez, orada durur öylece.

Bazen de şöyle bir itiraz gelir hastalardan: “Doktor bey, ölümün son olmadığını, ahireti biliyorum ama, açıkçası pek hazırlıklı değilim, ibadetimi yapamıyorum. O yüzden korkuyorum ölümden.” Ben de sorarım: “Kendinizi hazır hissetmeniz için ne yapmanız gerekir?” “Namazımı kılmam lazım.” “Kılın o zaman. Çok mu zor?” “Değil aslında. Ama nedense başlayamıyorum.” “Demek ki siz ölümle hakkıyla yüzleşmemişsiniz. Biraz daha düşünün bu konuda.” “Nasıl yani?” “Gerçekten ölümü düşünmüş ve hakkıyla korkmuş olsaydınız, gereğini yapardınız, değil mi? Ölümü yeterince düşünmeyen, ölüme hazırlanmaz. Ölüme hazırlanmayan ise, ölümden korkar. Ölümden korkan, ölümü hiç düşünmemeye çalışır. Ölümü düşünmeyen de tabii ki ölüme hazırlanmaz. Ölüme hazırlanmayan ölümden daha da korkar. Ve bu kısır döngü böylece sürer gider. Bunu bir yerde kırmazsanız, bu devekuşu mantığı ile, hayatınız boyunca iki arada bir derede kalırsınız.”

O yüzden ben hastalarıma ölümü düşündürmeyi tercih ederim, es geçmeyi değil. Bunun ilginç bir örneğini de geçenlerde yaşadım. Yaşlı bir teyze gelmişti bana. Fiziksel hastalıkları sebebiyle 'bir ayağı çukurda' denilebilecek durumdaydı. Ve sebepsiz bir sıkıntı ve uykusuzluk gibi yakınmaları vardı. Ölüm korkusu o kadar net hissediliyordu ki. Görüşme sırasında ölüme getirdim bahsi. Önce biraz direnç gösterdi ama sonra inancının da yardımı ile yüzleşmeyi başardı. Görüşme bitip teyzeyi dışarı çıkarırlarken son söz olarak ona “İlaçlarını kullan, ölümü de unutma.” dedim. Kapıda teyzeyi götürmeye hazırlanan hemşirenin yüzünü görmeliydiniz. Zira o, “Merak etme teyze, aslan gibisin, ölmezsin. Sen beni bile gömersin.” türünden pembe yalanlara alışıktı.

Neden böyle yapar bazı hekimler, hiç anlamam. Hastaları aptal mı zannediyorlar acaba? Vücudunun her yeri iflas etmeye başlamış ve ölümü ensesinde hisseden birisine, bu tip yalanların ne faydası olur sizce? Siz “Merak etme, sağlamsın.” deseniz, bu onun apaçık hissettiği ölüm gerçeğini yok edebilecek mi sanki? Böyle yapmakla aslında ölümün ağıza alınmayacak kadar korkunç bir şey olduğunu imâ etmiş olmuyor muyuz? Nereye kadar kandırıp kaçıracaksınız ki o kişiyi ölümden? Ve faraza o hastalıktan ölmese, başka bir sebeple ölmeyecek mi?

Fırtına ve selden korkan bir hastam olmuştu. Şehrinde yaşanan bir sel felaketinden bu yana gözü havalardaydı sürekli. Uzakta bir bulut görse korkuyordu, “Ya yine sel olursa.” diye. Ona sordum: “İzmit’te böyle bir sel olma ihtimali nedir? On yılda bir ancak olur, değil mi?” “Evet.” “Peki böyle bir selde kaç kişi ölebilir?” “Olsa olsa 10 kişi.” “Kaç kişi yaşıyor İzmit’te?" "500 bin kadar galiba." "Bu durumda senin bu yıl selden dolayı ölme ihtimalin ne oluyor?" "500 binde bir.” İster istemez güldü, “Çok düşükmüş” dedi. “Peki” dedim, “sen daha kaç yıl yaşarsın?” “20 yaşındayım.” dedi. “İnşallah 50 yıl daha yaşarım.” “Bu 50 yılın her birinde ölme ihtimalin olduğuna göre, bu yıl herhangi bir sebeple veya ecelinle ölme ihtimalin 50 de bir olmuyor mu?” “Evet?” “Ama sen bu 50 de bir ihtimali hiç düşünmüyor ve 500 binde bir ihtimalden korkuyorsun.” “Haklısınız.” dedi, “Peki ne yapayım?” “Her an ölebileceğini hatırlayıp, kendini buna hazırla.” “Nasıl?” “Mesela bugün bile ölebilirsin değil mi?” “Evet.” “Bugün ölseydin nasıl olurdu bu ölüm, dakika dakika ayrıntılı bir senaryo yazsana.” “Bu bir tür terapi mi oluyor?” diye sordu. “Evet” dedim. "Yalom’un bir kitabında da geçer. Eskiden beri tasavvufçular tarafından yapılan ve adına ‘rabıta-yı mevt’ denilen bu yöntem, şimdi batıda terapi olarak uygulanıyor.” “Çok ilginç.” dedi, “Ölüm terapisi ha?” “Evet” dedim, “İstersen sana benzer bir yöntem daha anlatayım: Mezar taşına ne yazılmasını isterdin, onu söyle.” Biraz düşündü ve “Hiç.” dedi. “Zaten,” dedim, “ölümü hakkıyla düşünmeyenler hep bu cevabı veriyorlar.” Güldü.

Bir diğer bayan hastam ise, herhangi bir yeri ağrısa, müthiş bir korkuya kapılıyordu. “Acaba ölüyor muyum?” diye panikliyor ve doktor doktor geziyor, tahliller yaptırıyor, tonla ilaç yutuyordu. Görüşme sırasında ölüm konusuna girmeye çalıştım. Müthiş direnç gösterdi. Sonra bir arkadaşına dert yanmış: “Doktor beye gitmeye çekiniyorum. Benim ölümden korktuğumu söylüyor, o konuyu açıyor. Bu da beni rahatsız ediyor. Bir daha gitmeyeceğim ona. Sahi, benim için tefriciye okur musun? Eşimin kalbi biraz rahatsız da. Ciddi bir şey çıkmasın diye korkuyorum.” Ne denebilir böyle bir mantığa?

Böyle hastalar bazen itiraz ederler: “Doktor bey, siz hep ölümden bahsediyorsunuz. Sürekli ölümü düşünürsek, hayatın ne tadı kalır ki?” Onlara şöyle cevap veririm: “Ölümü düşünmek, hayatın tadını kaçırmaz. Tam tersine, artırır. Zira ölümle yüzleşmenin iki temel faydası vardır:

Birincisi: Ölümle bile yüzleşen ve ölümden korkmamayı öğrenen kişi, artık hiç bir şeyden korkmaz. Ne mikroptan, ne hastalıktan, ne fırtınadan. Ki bunu birçok hastamda görüyorum. Bana ilk geldiğinde kalbini dinlemekten, hastalık evhamından hayatı zehir olmuş birçok hastam, şimdi bunları hiç önemsemediklerini, hayatlarının çok daha huzurlu ve korkusuz olduğunu söyleyip teşekkür ediyorlar.

Ve ikinci faydası: Ölümü düşünen, hayatın kıymetini daha iyi anlar. Aslında hayatı kıymetsiz ve anlamsız hale getiren şey, hiç ölmeyecekmiş gibi ve hedefsiz yaşamaktır. Sanki bu dünyaya çiviyle çakılmış gibi hissetmek, sonsuza dek yaşayacakmış gibi, amaçsız bir şekilde, vur patlasın-çal oynasın mantığıyla günübirlik yaşamak, hayatı anlamsız bir koşturmacaya çevirir. Oysa ölümü düşünen ve hayatının sınırlı ve geçici olduğunu hisseden kişi, “Peki ben niçin yaşıyorum, hayatımın hedefi nedir?” diye sormaya başlar ve daha bir hissederek, daha bir anlamlı yaşamaya başlar ömrünü.

Aslında ölümle yüzleşmeyi, kişinin sadece kendisi için değil, yakınları ve sevdikleri için de yapması gerekir. İstanbul’da oturan yaşlıca bir akrabama sormuştum: “Depremden korkuyor musunuz?” “Hayır.” dedi, “Kendim için korkmuyorum ama torunlarım için korkuyorum.” “Nasıl yani?” “Depremde ben en kötü ihtimalle, ölürüm. Ölüm ise zaten kaçınılmaz. Üstelik bir son da değil. Öbür dünyaya gideriz. İnşallah Allah rahmet ederse, buradan daha güzel bir yerdir. Korkacak bir şey yok yani.” “Peki,” dedim, “ölmek güzel bir şeyse, bu güzelliği torununuzdan esirgemek neden?” “Eee, şeyy...” Cevap veremedi. “Bunu biraz düşünün bence.” dedim, “Ölüm aslında güzelse, kendimiz için de, çocuklarımız, sevdiklerimiz için de ondan korkmamamız lazım. Yok eğer kötüyse, o zaman bırakın çocukları öne sürmeyi, kendimiz için de korkmalıyız.”

Kısacası, herkesin hem kendisi hem de sevdikleri için ölüm gerçeği ile yüzleşmesi şarttır. Özellikle anne-babaların çocuklarına 'bir şey olması' konusunda (ki hep böyle derler, 'ölüm' kelimesini anmamak için) hayli tedirgin oldukları, bilinen bir gerçektir. Çocuğu 5 dakika gecikse, çoğu anne-babanın aklına “Başına bir şey mi geldi acaba? Yoksa kaza mı geçirdi?” gibi düşünceler gelir. Peki çocuğunun ölümüne engel olması mümkün mü bir insanın? Hayır. Tüm gün başında bekçilik yapsanız bile, küçücük bir mikrop onu elinizden alabilir. Peki eğer o çocuk mesela bugün bir sebeple ölseydi, nasıl düşünür ve nasıl teselli bulabilirdiniz acaba? Bu sorunun cevabı genelde aynıdır: “Düşünmek istemiyorum.” “O zaman çocuğunuzun ölebileceğini de hiç düşünmeyin.” “Ama ister istemez aklıma geliyor.” “O zaman bu meseleyi çözün.”

Ve bir hadis anlatırım bu noktada: Bir sahabenin çocuğu ölür. Ağlayarak Peygamberimizin (asm) yanına gelir. Peygamberimiz onu yanına alır, beraberce çocuğun mezarına giderler. Peygamberimiz mezara doğru seslenir: “Ey filanca!” Mezardan cevap gelir: “Buyur ey Allah’ın elçisi!” “Anne-babanın yanına dönmek ister misin?” “Hayır, ben onlardan daha hayırlısını buldum.”
Not: Bu yazı, tıpkı çoğu insanın ömrü gibi, umulmadık bir yerde, hazırlıksız biçimde, âniden bitmiştir.
http://mehmetsemihtuzun.blogspot.com.tr/2014/03/olum-terapisi.html
 

Şener CANÖZ

Altın Üye
Altın Üye
Uzman Üye
Kayıt
2 Nisan 2009
Mesaj
2.986
Tepki
1.588
Bir çok zamanda sıkıntı içine düştüğümde, genelde büyük sıkıntılarımda baş vurduğum teknik;
Sıkıntı konusundan dolayı durumumun mahfolmuş ve en kötü sonuçla sonuçlanmış olduğunu düşünürüm,
bu beni, sorunun içindeyken daha yapabileceğim birçok çözümü görmeme yardımcı olur...

Teşekkür ederim muratamam...
 

muratamam

Yazar
Kayıt
12 Temmuz 2010
Mesaj
479
Tepki
364

muratamam

Yazar
Kayıt
12 Temmuz 2010
Mesaj
479
Tepki
364
'Mutlu son' diye bir şey yoktur.
Çünkü bir şeyde 'son' varsa, onda mutluluk yoktur.
(F. Dostoyevski)

"İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdânı saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdânını dinlerse, "Ebed, ebed!" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdâna verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek, o vicdan, o ebed için mahlûktur."
(Bediüzzaman)

"İnsanın kendine körleşmesi giderek bir hayat tarzı haline geldi ve artık değiştirilmesi teklif dahi edilemiyor."
(Gökhan Özcan)
 
Son düzenleme:

muratamam

Yazar
Kayıt
12 Temmuz 2010
Mesaj
479
Tepki
364
Tek başına şahane oyunculuğunu seyretmek bile yetmişti (bizim yapımlarda böyle doğal oyunculuklar görebiliyor musunuz hiç?):


Dikkat, etkileyici finalidir:


İtiraf etmeliyim ki, Toprak Altında'nın yönetmeni Rodrigo Cortes ve yazarı Chris Sparling, imkansızı başarıyor ve baştan sona ilgimizi koruyan, coğunluğu boyunca kısıtlı mekanını fark ettirmeyen, yer yer nefes kesen eski usül bir gerilim yaratıyor. Testere serisi gibi pahalı kan efektleri bombardımanlarından kendisine gına gelmiş korku severler bu film ile bayağı tatmin olacaklardır.
http://www.beyazperde.com/filmler/film-147940/elestiriler-beyazperde/
 

muratamam

Yazar
Kayıt
12 Temmuz 2010
Mesaj
479
Tepki
364
Dördüncü Remiz: Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in'ikâs edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür.



Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in'ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.

Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.

Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.
(Bediüzzaman)
 

muratamam

Yazar
Kayıt
12 Temmuz 2010
Mesaj
479
Tepki
364
@muratamam

Öteki dünyanın kapısındaki son fotoğraflardan ölümü okurken ve bu kitabı yazarken ‘ölümle’ yüzleştiniz mi?
Ölüm, yaşarken gözlerine dimdik bakamadığımız bir şey. Gözlerimizi kaçırarak onun etrafımızdaki varlığını tartmaya çalışıyoruz. Dolaşıyor, yakınımızda dolaşıyor ölüm. Bazen bir yakınımıza değiyor, yokluyor ve onu alıp götürüyor. Bize yoklamalar yaptığına dair birtakım endişelere kapılıyoruz. İşte korkuyla erinç arası bir köprüde gidip geliyor insan ölüme bakarken. Ne kadar “korkmuyorum” dese de ölüm duygusu ve düşüncesi korku veriyor bir yandan. Biz, ölümle devamlı bir temas halindeyiz. Kendimizi ona alıştırıyoruz, kendimizde onu ehlileştiriyoruz. Ben ölüm üzerine bu kadar yazıp çizmemin ana nedeninin bu olduğuna inanıyorum. Ölüm düşüncesine kendimi alıştırma çabasındayım.

Mezarlıklar, toplumda çok bilinmeyen, hatta bilinmek ya da düşünülmek istenmeyen ‘öteki’ şehirler’ olarak algılanıyor. Size göre mezarlıklar, insanların yaşadığı bu şehre ne kadar uzak ya da ne kadar yakın?
“Daha yakın olmalıydı.” diye düşünüyorum. Benim anlamakta zorluk çektiğim bir mekân mezarlıklar. Yeryüzünün pek çok yerinde ölülerin dirilerinden ayrı tutulması yaklaşımı bana yabancı geliyor. Ben isterim ki yaşadığım evimin bahçesine gömüleyim. O binada yaşayan insanlar da oraya gömülsün. Onlarla iç içe kalabilseydik, hatta fantazi ve lüks; ama ölülerimizi evimizde barındırabilmenin bir yolunu bulabilseydik, onlar hayatımızda kalsalardı... Bu ayırma, onları dışlama, bir yerlere kapatma duygusu çok ağır bir çözüm yolu olarak geliyor bana.

http://arsiv.zaman.com.tr/2002/03/28/kultur/h1.htm

Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir.
(Bediüzzaman)
 
Son düzenleme:

Şener CANÖZ

Altın Üye
Altın Üye
Uzman Üye
Kayıt
2 Nisan 2009
Mesaj
2.986
Tepki
1.588


Beden Can çocuğuna gebedir.
Bir ömür boyu O'nu vücut rahminde taşır, besler.
Ölüm ruhun bir başka aleme doğması hadisesinin sancılarıdır.

Mevlana, Mesnevi I. cilt, s.277, çev. Şefik Can

Minyatür: Peri Miniatur (sancı)
 

muratamam

Yazar
Kayıt
12 Temmuz 2010
Mesaj
479
Tepki
364

***

Dünyanın hali ortada, üzücü hadiseler "istiab ve tahammül haddini" aşalı epeyce bir zaman oluyor. Grafik tasarım sektörünün berbat hali bile dünyanın gidişatının bir özeti ve numunesidir aslında.
Hâttâ 3. dünya savaşının çıkabileceğine dair kuvvetli öngörü ve tahminler de var:

2. SAVAŞ çıkabilir… Ukrayna, güneyimizde kurulan İslam Devleti, Balkanlar, Kafkasya kazan gibi kaynıyor. Ucuz hamasî edebiyatı bırakalım da şu soruya cevap arayalım: Savaşa hazır mıyız?
3. SAVAŞ çıkarsa TURİZM çökebilir… Turizm çökerse ekonomi çökebilir… İnşaallah savaş çıkmasın, turizm ve ekonomi çökmesin ama kötü ihtimaller de göz ardı edilmesin, tedbir alınsın.

(Mehmet Şevket Eygi)

Bu kadar fantastik olmaya gerek yok. Sen gidince zaman hızlanmayacak, ağaçlar kurumayacak, şehirler yerinde duracak. Ama üçüncü dünya harbi pusuda. İnsanoğlu başka bir gezegene hicret etmeden patlayabilir. O zaman ne bilet kalır ne yarış. Kütüphaneler, makinalar, başkanlar ve şeytanlar aciz kalır.
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/MustafaKutlu/hep-ayni-hikâye/55329
 
Son düzenleme:

muratamam

Yazar
Kayıt
12 Temmuz 2010
Mesaj
479
Tepki
364
İ'lem eyyühe'l-aziz! Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazûratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa, onlar istikzarla ikrah edeceklerdir.

Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil'de "Ahmed," Tevrat'ta "Ahyed," Kur'ân'da "Muhammed" ismiyle müsemmâ iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmed'lerle muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatâdır.

(Bediüzzaman)
 
Yukarı Alt