İbrahim Müteferrika ve İlk Türk Matbaası..

Serkan Baysal

Altın Üye
Altın Üye
Uzman Üye
Kayıt
10 Haziran 2008
Mesaj
2.204
Tepki
76
İbrahim Müteferrika ve İlk Türk Matbaası

http://www.cemreofset.com.tr/index2.php?option=com_content&do_pdf=1&id=12 http://www.cemreofset.com.tr/index2.php?option=com_content&task=view&id=12&pop=1&page=0&Itemid=10 http://www.cemreofset.com.tr/index2.php?option=com_content&task=emailform&id=12&itemid=10 Avrupa’da şuurlu bir şekilde iktibasların yapıldığı devir. Lale Devri olarak adlandırılan 1718-1730 yılları arasındadır. Bu dönemi ilk malubiyetlerin acısını duyan bir neslin yaşadığı bir devir olarak değerlendire biliriz. Mümtaz Turhan bu devri “serbest kültür değişmelerinin” yapıldığı bir dönem olarak mütaala etmektedir.
Lale Devri’nde Avrupa’ya bilhassa Fransa’ya, Avusturya’ya ve İngiltere’ye izlenimlerini bildirmek, bulundukları memleketlerin gelişmelerinin sebeplerini, eğitim sistemlerini incelemek için ilk defa elçiler gönderilmiş ve Batı ile daha sıkı ilişkiler kurulmuştur.
Lale devri Türkler için parlak bir uyanma devri olmuştur. Fakat bu devrin en büyük ve en tesirli yeniliği şüphesiz İbrahim Müteferrika ile Sait Efendinin birlikte açtıkları matbaadır.Türklerin basılmış kitapla ilk tanıştıkları, Balkan ve Güney Doğu Avrupa halkları yoluyla olmuştur. Daha 1470 yıllarında Türklerin hakimiyeti altındaki Balkan topraklarında, Venedik’te Yunan ve Slav dillerinde basılmış kitaplar yayılmaya başlamıştı. İstanbul’da ilk Türk matbaası kurulmadan önce çeşitli azınlıkların matbaaları faaliyet gösteriyordu. 1492’de İspanya’dan Türkiye’ye göç eden David ve Samuel Nahmias tarafından ilk Musevi matbaası İstanbul’da kuruldu. Daha sonra Ermeni matbaası Sivaslı Apkar Tıbir tarafından 1567 kuruldu. 1627 yılında da Nicodemus Metaxas ilk Rum matbaasını kurdu.İbrahim Müteferrika Macaristan’da (Bugünkü Romanya’da Cluj) Koloszvar şehrinde muhtemelen 1647’de doğmuştur.
Kalvinist olduğu iddia edilen fakir bir Hiristiyan Macar ailesindendir. Asıl adı ve ailesi bilinmiyor. Doğduğu şehrin Kalvinist kolejinde rahip olarak okurken, 1692 ya da 1693’de Tökoly İmre’nin, Habsburg’lara karşı ayaklanması sırasında Osmanlı askerlerinin eline esir düşmüş, İstanbul’a getirilmiş ve köle olarak satılmıştır. Kendisini kurtarmak için Macarlardan hiç kimse fidye-i necat vermediğinden, efendisi de çok zalim bir adam olduğundan, kölelik hayatına dayanamayarak zor altında Müslüman olmuştur. İbrahim adını almış, Türkçe’yi, İslam bilimlerini çabuk öğrenerek yükselmiştir. Bu şekilde hülasa ettiğimiz bilgiler, İbrahim Müteferrikadan bahseden Szernak, Karacson, Simonffy ve H. Kun gibi Macarlar, Toderini, Von Hammer, Babinger ve Mordtman gibi Avrupalı yazarlar, Ebuzziya Tevfik, Bursalı Mehmet Tahir, Ahmet Rasim, Ahmet Refik, Selim Nüzhet Gerçek, Adnan Adıvar gibi Türk yazarlar tarafından biraz genişletilerek biraz daraltılarak tekrarlanmıştır.
Özellikle İ. Müteferrikanın menşei, esirliği, köleliği, ihtidası hakkındaki hikaye kesin bir kanaat halinde bir yazardan diğerine kendiliğinden geçer. İddianın aslını araştırmaya lüzum görmeyecek kadar kesin bir şekilde, yazarlardan çoğu bunu kabul etmiştir.İbrahim Müteferrika’nın kimliği karanlıklar içindedir, hayli de tahriflere uğramıştır. İ. Müteferrika’nın, kendi geçmişini unutmuş ya da unuturmuş bir kişi oluşundan yararlanarak tarihe sokan ve Türk yazarlarına da bir gerçek olarak kabul ettiren iki Katolik Macar olmuştur. Bunların ilki De Saussure Szernak’tır İkincisi ise Szernak’ın belirsiz olarak yazdığı kimi noktaları bir gerçek biçimine sokan Katolik rahibi Karacson’dur.Müteferrikalık hükümdarlarla vezirlerin ve diğer hizmet sahiplerinin maiyetinde hademe nevinden olan bir kısım hizmet erbabı hakkında kullanılır bir tabirdir.
İbrahim Müteferrika, bu unvanı 1715’de Şehit Ali Paşanın mühürdarlığında bulunup, Mora seferinde avdette sadrazamın bir mektubuyla Avusturya aleyhine hareket eden Macarların yanına tercüman olmasıyla almıştır. Daha sonra da Türkiye’ye gelen Rakoçi’nin maiyetine tercüman verilmiştir. İbrahim Müteferrika, Rakoçi’nin ölümüne kadar Tekirdağ’da onun yanında tercümanlıkta kalmış, Türkçe katipliği yapmıştır. 1737’de Leh muahedesinin yenilenmesi için Kiev’de bulundu.
1737-1739’da Türk-Avusturya-Rus muharebesinde top arabaları katipliği yaptı. Türk askeri ile muharebeye giden Macarların tahriri ona havale edildi. 1738’de Orşova kalesinin Türklere teslimi müzakerelerinde vazife aldı. Eylül 1743’te Kaytak hanlarından Asmay Ahmed’in nasbı emrini Dağıstan’a götürdü. 1745’de vefat etti. Müteferrika’nın fikir tarafına gelince, Adnan Adıvar ve Niyazi Berkes müstesna, bununla kimse ilgilenmemiştir. Müteferrika’nın kitaplarında ne dediği, gerçek fikir hüviyetini ne olduğu başka yazarları ilgilendirmemiştir. Türk yazarları arasında daha ziyade “Basmascı İbrahim Efendi”oluşu ön plana gelmiştir. Bu yazarlardan Adnan Adıvar, Müteferrika’nın ilim tarihi ile ilgili tarafını, onun bir yazar, bir mütercim ve bir editör olarak faaliyetlerini çok güzel hulasa etmiştir.
Niyazi Berkes, onun Risale-i İslamiye adlı eserini şöyle değerlendirmektedir. “.... Gerçekte bu eser ne İslamlığın savunmasıdır ne de İslam bilimleri üzerine yazılmış eserdir. Katolikleğe, Papalığa ve Teslis inancına hücum eden bir polemiktir... “ Müteferrika’nın sanıldığı gibi Calvenist olmadığı Berkes yine şöyle anlatmaktadır. “.... Gerek Müteferrika’nın zamanında önce, gerek ilahiyat öğrenciliği zamanında Macaristan’da üç Hırıstiyan akidesi ve kilisesi birbiriyle savaş halinde idi. Bunlar Katolik ve Calvinist ve Unitarius inançları idi. Bu sonuncusunu ötekilerden ayıran yön, teslis inancını reddetmesi ve bu yüzden öteki ikisi tarafından Hıristiyanlığa aykırı, Müslümanlığa yakın sayılmasındır. Aslında ilk önce İspanya’da Micheal Servetes adında ve teslis inancını reddettiği için hayatı boyunca Katolik ve Calvinist Kiliseleri tarafından takibata uğrayan bir düşünürün başlattığı Uniterisicilik yayılmıştır. İşte, Müteferrika Servetes’in kitaplarını okumuştu. Böyle bir ilahiyatçının Hasburg ordusuna Osmanlılara karşı savaşmak için katıldığına inanmak güçtür.
İslamlığı bilmeyen bir kimse olmayan İ. Müteferrika’nın Katolik Habsburğ’lu yönetimi altında yaşamaktansa Osmanlı’ya geçerek Müslüman olduğu apaçıktır. İbrahim Müteferrika’nın iddia edildiği gibi Calvenist olmayıp Unatarius (Tektanrı) inancına geleneğine bağlı bir kişi oluşu, yalnız önemsiz bir inanç farkı meselesi değildir. Onun geldiği din geleneğinin tanımlanması, İbrahim Müteferrika’nın Türkiye’deki hayatının asıl yanlarının kökleri hakkında bizi aydınlatır. Bunlar, Matbaacılık, coğrafya bilgisi ve bilimciliktir. Bunlar Avrupa’nın özellikle Hollanda ve İngiltere gibi ülkelerinde zamanın en ileri düşünürleri olan kimselere Kilisenin taassubuna karşı olan, din-devlet ayrımını savunan, inanç özgürlüğü fikrini ileri süren, hatta fizik, matematik, astronomi ve tıp alanları da yeni bilgileri geliştiren ve Macaristan’da matbaacılığı ilerleten kimselerde görülen özelliklerdir. Matbaanın açılışına gelince İ. Müteferrika’nın en büyük yardımcısı 1720-21 yıllarında Paris’e gönderilen Yirmisekiz Mehmet Efendi’ye eşlik eden oğlu Sait Çelebidir. Reformcu Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa “ uygarlık ve eğitim araçlarının derin bir incelemesinin yapılmasını ve Türkiye’de uygulanabilecekler üzerine bir rapor hazırlanmasını” istemişti. Büyükelçilik katibi Sait Çelebi, Kral Kitaplığını ziyareti sırasında, Krallık basımevini de ziyaret etmiş ve Saint-Simon’un tanıklığıyla “dönüşte, İstanbul’da bir basımevi ve bir kitaplık kurmak niyetinde olduğunu” söylemişti. Bununla birlikte, İstanbul’da bir basımevi kurma projesi, Sait Çelebi’nin
Paris’te bir süre oturmasından önceye rastlar. Bu, İ. Müteferrika’nın 1715’te Viyana’da Prens Eugene’in katına yaptığı elçilik gezisinin bir sonucudur. İ. Müteferrika’nın düzenlendiği görüşmeler, 1718’de İbrahim Paşa’nın iktidara gelişiyle ona İstanbul’da hakkedilip basılan, muhafaza edilen ilk harita 1719/1720 tarihli olup ilk basılan kitaptan öncesine rastlar. İ. Müteferrika 1726 tarihlerinde matbaacılığın gerekliliği, önemi ve faydası üzerine Vesiletü’t- Tabaa adıyla risale yazarak Damat İbrahim Paşa’ya takdim etti. 28 Çelebi’nin oğlu Sait Çelebiyle beraber bir dilekçe ile matbaa açmak ruhsatını ve bunun için, şeyhülislam fetvasıyla birlikte, padişahtan da bir ferman istemiştir.
İ. Müteferrika’nın bu küçük risalesi akla çok uygun, mantıklı ve özellikle gayet inandırıcı kanıtlarla yazılmıştır. Risalede yazar, tarihte birkaç kere istila yüzünden bir çok yazma kitaplarının nasıl mahvolduğunu ve sonlara doğru yazı yazacak hattatlar kalmadığından yazmalarının çoğunun yanlışlarla dolu olduğunu, halbuki basma usulü kabul edilirse, yazıların okunaklı, yanlışsız olacağını, kitapların başına ve sonuna mufassal fihristler konularak okuyucu için kolaylık sağlanacağına ve kitaplar ucuzlayarak taşranın da bunlardan faydalanacağını, şehirlerdeyse büyük kütüphaneler kurabileceğini, özellikle Osmanlı devletinin cihatla İslamın şerefini artırdığı gibi kitap yayınlama suretiyle de İslam kültürüne hizmet edeceğini, halbuki Avrupalıların İslami kitapları bir takım yanlışlarla çoktan basmaya ve bu suretle, Doğu’dan para çekmeğe başladıklarını, eğer bir matbaa açılır da bu karın memlekette kalacağını ifade etmektedir.
Damat İbrahim Paşa, bu müracaatı bir encümen huzurunda tetkik ettirerek muvafık buldu ve müteşşebisleri teşvik etti. 1727’de ilk matbaa İstanbul’da ilk matbaayı kurduğu gibi kağıt fabrikasının da Yalova’da açılmasına gayret etti. (1744) Kitap basmanın şeriata aykırı olduğu iddiasıyla ulemanın basım evi açılmasına karşı geldikleri yollu çok yaygın bir inanç vardır. Gerçekte ise ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislam Abdullah Efendi fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi ilk kitabın başına konan takrizler yazmışlardır. Bunlar da kitap basmanın şeriata aykırılığından hiç söz etmemişlerdir. Matbaa açıldıktan sonra da Şeyhülislam Abdullah Efendi, İ. Müteferrika’ya basılması gerekli iki kitabı salık vermiştir. Matbaanın tashih işlerine bakmak üzere ulemadan üçü kaldı, bir Mevlevi şeyhi dört kişi memur edilmiştir. Basımevi açıldıktan sonra ve işe başlandıktan sonra da ulema ocağından bir karşı koyma gelmediği gibi kısa süre sonra çıkan Patrona ayaklanmasında da kitap basmaya karşı bir istek ileri sürülmemiş onu kapatma gibi bir olayda hiçbir yerde kaydedilmemiştir.
Fetvada ve fermanda sadece “Ulum-i Aliye” yani din bilimleri dışındaki bilimler üzerine yazılmış olan kitapların basılacağından söz edilir. Yalnız hattatlardan geldiği anlaşılan bir karşı koyma da büyük bir mesele durumuna dönmemiştir. Hattatların geçimini sağlayacak geniş bir alan yine de bırakılmış oluyordu. Osmanlı sisteminde meslekler imtiyazlı, beratlı loncalardı. Hattatların hoşnutsuzluğuna yol açan gerçek sebep, matbaacılığın başlamasıyla yeni bir beratlı mesleğe müsaade edilmiş olmasından ileri gelmiş olması muhtemeldir. Basmacılık II. Mahmut zamanına kadar devletçe verilen bir tekel olarak kalmıştır. Ancak gazeteciliğin başlamasından sonra özel bir girişim işi olabilmiştir. Londra Tarih Cemiyetinin üyelerinden Graf Marsilli’ni 1737 Petesburg Akademisi Matbaasında basılmış olan eserlerinde hattatların direnişi konusunda şunlar yazar.
“Hakikaten Türkler kendi kitaplarını bastırmazlar. Bu da zannedildiği gibi tab’ın onlar için mennu bir iş olduğundan ileri geldiği de katiyen doğru değildir. Ancak bu keyfiyet Türklerin mübeyyiz ve müstensihlerin ekmeğine mani olmayı asla istemediklerinden ileri geldiğine şüphe yoktur. Benim İstanbul’da bulunduğum zaman bu mübeyyiz ve yazıcıların adedinin 90 bin kadar olduğunu anladım” demektedir. Bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Matbaacılığa karşı konan sınırlamalar şeriat değil, Osmanlı devlet sistemine özgü lonca sınırlamalardan gelmiştir. Türkçe matbaacılığın gecikmesinde din sebepleri değil, siyasi sebeplerin bulunduğunu görürüz. İlki 31 Ocak1729’da çıkan kitaplara bakacak olursak basılması istenilen kitapların dil, tarih, coğrafya, müspet ilimler, askerlik konularında olduğunu görürüz. ( ek kısımda ilk matbaada basılan kitapların listesi verilmiştir.)
Osmanlı dilinde basımın gecikmesinin, başladıktan sonrada gelişmenin ağır gitmesinin sebeplerini şöyle açıklayabiliriz:
1. Basım işinin başlaması ve yürümesi için gerekli şartlardan biri, bazı teknik ilerlemelerin olabilmesidir.
2. Basma işinin yürümesi için yeterli bir okuyucu kitlesi olması gereklidir.
3. Basma sanatının beslenmesi için yeterli kağıt üretimi olması gerekir.Osmanlıda matbaacılığın açılışından sonraki yıllarda bu üç alandaki şartların kitap basımını gerçekleştirecek ölçüde olmadığını gösterecek çok deliller vardır. Bu matbaada bizzat Müteferrika’nın yazdığı “Usulu’l-Hikem Fi Nizami’l Umem” 1732’de 96 sahife ve 500 nüsha olarak basıldı. 53 yaşında yazdığı bu eseri I. Mahmut’a sunmuştur. Bu kitabın Patrona isyanından hemen sonra yazılmış ve yeni padişaha sunulmuş olmasından anlaşılıyor ki Yeniçeri ayaklanmasına karşın 1718’de başlayan fikir ölmemiştir.
Bu kitabın amacı, Osmanlı devlet kuruluşunun bozulmamasının, Avrupa devletlerinin güçlenmelerinin sebeplerini araştırmak, kalkınmak için Osmanlı devletinin neleri öğrenmesi ve alması gerektiğini belirtmektedir. Yazar önce üç siyasal düzenden bahseder: Monarşi, aristokrasia, demokrasia. Bunların tanımlama biçiminden bellidir ki İ. Müteferrika, bunların asıl üçüncüsüyle ilgilidir. Batıda kendisinden az önce yaşamış düşünürler gibi o da sözüne ettiği, demokrasia, parlamento, halk egemenliği yöntemlerinden ihtiyatla söz ettiği, yargısını sakladığı halde üç düzen içinde onu üstün gördüğünü gözümüzden saklayamamıştır.
İbrahim Müteferrika, Osmanlıların gerilmesinin sebeplerini sekiz madde halinde söyle sıralamıştır.
1. Kanunları uygulamak
2. Adaletsizlik
3. Devlet işlerini ehliyetsiz ellere bırakma
4. Bilim adamlarının fikirlerine tahammülsüzlük
5. Modern askeri teknolojiden habersiz olma
6. Orduda disiplinsizlik
7. Rüşvet ve devlet servetini kötüye kullanma Bunlardan öğrenilecek yanlar olduğu tezini güçlendirmek için, Avrupa devletlerinin ve en son esir Moskof devletinin nasıl güçlendiğini, bunların karşısında Osmanlı devletinin nasıl zayıf bir duruma düştüğünü, biricik çarenin bunların yöntemlerini benimsemekte olduğunu anlatır. İbrahim’in yeni coğrafi buluşlarıyla Avrupa ticaretinin dünya ölçüsünde genişlemekte olduğunu, Amerika kıtasının bulunuşunun önemini bildiğini de görülür. Bundan dolayı fizik ve astronomi gibi bilimlerle bugünkü jeopolitik anlamdaki coğrafya bilgisinin devlet yönetimindeki önemi üzerinde durur. Bu bilgilerin gelişmediği bir ülkede güçlü bir devlet olamayacağını anlatır.
İbrahim Müteferrika ilk defa olarak Avrupa’da yeni askerlik kuruluşlarının ve bu kuruluşların gerektirdiği silah değişikliklerini, taktik ve strateji yeniliklerini anlatırken Nizam-ı Cedit terimini kullanır. Bu terimi ilk defa kullanan odur. İ. Müteferrika, Nizam-ı Cedit dediği modern Avrupa ordu kuruluşları savaş yöntemleri hakkındaki fikirlerini, kitabının üçüncü bölümünde biraz ayrıntılı olarak yazar. Osmanlıların eskimiş savaş yöntemlerini uzun uzadıya eleştirerek Osmanlı ordularının yenilenmelerinin bu eskimiş yöntemlerin uygulanması yüzünden olduğu sonuca varır. Başlıca kusur, Batı dünyasındaki askerlik yöntemlerini, yeni örgütlerini, askerlik eğitimini öğrenmemekte, Batı dünyasından habersiz kalmakta bulur. Görülüyor ki zamanı bakımından farklı ve yeni fikirleri olan bir adamla karşılaşıyoruz. Avrupa’daki yeni siyasi rejimler hakkındaki fikirlerinde, Batının düşünürleriyle kıyaslanacak kadar yenilik ve derinlik olmamakla beraber (John Locke ile kıyasladığımızı da görürüz.) İbrahim’in fikirleri bize göre zamanı bakımından çok yenidir.
Onun özellikle Osmanlı Devleti ile ilgili üç noktayı aydın bir şekilde kavradığını görürüz:
1. Yeni usullerin kabulu ile ıslahat yapılması zarureti,
2. Rusya’nın batılaşmasının Türkiye’nin geleceği için önemi,
3. Batılıların Türkiye’nin yaşayıp yaşayamayacağı meselesini tartışmakta olduklarıdır. Bu gözlemleriyle İbrahim Müteferrikayı Türk tarihinin öncü düşünürlerden biri olarak kabul edebiliriz. Müteferrika’nın matbaasının Osmanlının gözlerini dünyaya açılmasındaki etkisi çok önemlidir. Bu uyanışın devam ettiği ve matbaanın yüzyılın geri kalan bölümünden daha pek çok kitap basması ve Osmanlı aydınlanmasının sürmesi, bize onun bu eserinin Lale Devrinin en kalıcı mimarisi olduğunu açıkça göstermektedir.


Kaynak : Cemre Ofset
 
Kayıt
17 Mart 2008
Mesaj
3.270
Tepki
100
teşekkürler serkan. güzel bir paylaşım.

ancak burada osmanlıyı matbaa ve teknoloji düşmanı gösterenlere iki laf etmeden duramayacağım.
hepiniz şu sözü bilirsiniz, "kuran mısırda okundu, istanbulda yazıldı."
peki istanbulda yazıldı ne demek. o dönemlerde hat sanatı çok ileriydiki sadece istanbulda 90.000 (doksan bin) hattat vardı. bir matbaadan bekleneninden fazlasını verebiliyorlardı.
Mesele tamamen ekonomikti. Böyle bir anda matbaaya geçiş bu kadar insanın aç ve işsiz kalması demek olurdu. Gerçek bu olunca meseleyi taasuba dayandırmak insafla bağdaşmaz.
Osmanlılarda ilk kurulan matbaa İbrahim Mütefferika’nın kurduğu matbaa değildir. Azınlıklardan Yahudiler 1495’te Selanik’te, 1505 ve daha sonraki tarihlerde İstanbul’da bir çok matbaa kurmuşlardır. 16. yüzyılda Musevilerle birlikte Rum, Ermeni, Romen gibi azınlıkların da matbaaları vardı. Bunlara en küçük bir müdahale dahi yapılmamıştı. Fakat ilk resmi matbaayı kurabilmek için daha çok beklemek gerekecekti.
3. Murad zamanında yurt dışında basılmış Osmanlıca, Arapça ve Acemce eserlerin Osmanlı ülkesinde serbestçe satılışı, üstelik azınlıkların matbaalarına ses çıkarılmayışı işin kökeninde taassub olmadığının açık delillerindendir.
 
Yukarı Alt