Bir Baskı Makinesinin Hikayesi..

Serkan Baysal

Altın Üye
Altın Üye
Uzman Üye
Kayıt
10 Haziran 2008
Mesaj
2.204
Tepki
76
Herkes Osmanlıya matbaanın İbrahim Müteferrika ile geldiğini, epey de geç kaldığını (200 yıl kadar) iddia eder. Bu doğru değildir. İlk baskı aracı IV.Murat'ın verdiği bir kararla, özel bir ticari elçi yollamak suretiyle ısmarlandı. 1639 yılında IV.Murat'ın emriyle Amsterdam'a varan Bünyamin Efendi tamtamına 1000 altın sayarak, çağın en iyi matbaa makinesini satın aldı, bir gemiye yükledi ve birlikte yola çıktı. Willem Janson Blaev üretimi olan bu baskı makinesi beklentilerinizin aksine demir değil ahşaptı. Daha çok bir işkence aletine benziyordu. Bundan dolayı ne gemiye yüklenirken, ne indirilirken, ne de ambarda hiç dikkat çekmemişti. IV.Murat'ın takipçisi Sultan İbrahim o günlerde artan iç huzursuzluklar için bir neden bulmaya çalışıyor ve bunları nasıl önleyeceğine dair varsayımlarda bulunuyordu.

Matbaa makinesi hakkında kendisinden buyruk istendiğinde eritilmesini! emir buyurdu. Kimse kalkıp makinenin ahşap olduğunu' tabii ki söylemedi. Ne fark edecekti ki, ha eritme ha yakma aynı sonuç. Dolayısı ile makine sarayın demircisine teslim edildi, ve yakılması emredildi. Demirci başı pek ilkel bulduğu, ahşap oluşu dolayısıyla acayip aşağıladığı bu aleti yakmadı, daha doğrusu yakamadı. Ticaret erbabı bir Yahudi, nereden duymuşsa duymuş makineden haberdar olmuş, 3 altına almak istemişti. 3 altın demircinin aylık kazancına yaklaşık eşit olduğundan demirci biraz düşünerek de olsa kabul etti. Yahudi hiç zorlanmadan makineyi 50 altına bir Cenevizli tüccara sattı. Ve Ceneviz ticaret gemisi yola çıktı. O sıralar ticari bağlar dolayısı ile Cenevizli ile Osmanlının arası iyi idi (Osmanlının malları taşındığı sürece). Böylece gemi bir hasara uğramadan İspanya'ya vasıl oldu. Burada indirilmesi gerekilen baskı makinesi, ambarda unutuldu ve o zamanlar yeni keşfedilmiş yeni kıta Amerika'ya doğru yola çıktı.
Uzun, eziyetli ve hastalıklarla dolu bir yolculuktan sonra, tayfalarının 2/3'ü vebadan kırılmış gemi önce Buones Aries'e vardı. Bu kent o günlerde kolonizmin en acımasız kurallarının işlediği bir ticaret (daha doğrusu sömürgenin sevkıyat) limanı idi. Buradan mal yükleyen gemi bu kez, İspanyanın diğer bir sömürgesi olan Şili'ye doğru yola çıktı. Magellan boğazından geçti, ve Archipielago de la Reina Adelaide' ye girdi. Adından da anlaşılacağı üzere bir sürü takım adadan oluşan bu bölgeden geçerken bir ambar denetiminde ikinci süvari tarafından fark edildi, bizim baskı makinesi. Ve kaptanın emri ile lüzumsuz yükten kurtulmak amacı ile takım adaların arasında orta halli bir ada olan `I Manuel Rodriguez' adasının koyunda erzak yükleme sırasında `Fortunata' gemisinin güvertesinden üç tayfa tarafından denize atıldı.

Ama bilin bakalım ne oldu? Ahşap olan matbaa makinesi bata çıka suların üzerinde kaldı ve sonunda sahile vurdu, yanında bir sandık dolusu hurufat ile birlikte.(1641) Her şey Jose Martinez'in, yani eski papaz yeni berberin, dükkanında her zamanki gibi bir şeylere kızıp, sinirini yenemeyip sakinleşmek amacı ile sahile, o küçük koya indiği gün başladı. Sinirli ve eleştirisel bir tabiatı vardı Jose Martinez'in. Zaten bundan dolayı da (kibarca) papazlıktan el çektirilmişti. Jose Martinez'in yorumuna göre tanrı nimetleri ortaya bırakmış, ancak bencil insanoğlu şeytanın da aldatısına uyarak hep ihtiyacından fazlasına el uzatmıştı. Bu bir dengesizlik yaratmış, fakir daha fakir zengin daha zengin olmuştu. Jose Martinez'e göre insan ne kadar zenginleştiyse o kadar tanrıdan uzaklaşmıştı. Ancak kendisini püritanlardan ayıran temel özellik Martinez'in bunun tersine de karşı çıkması idi. Yani hakkı alınan fakir kişiler sessiz kalmak ile tanrının kendilerine sunduğu nimeti beğenmemekte, uğruna savaşılmaya değer bulmamakta, tanrıya hakaret etmekte idiler.

Gerçek Hıristiyan, fazla malı varsa ortaya vermeli, az malı varsa ortadan ihtiyacı kadar almalı idi. Jose Martinez 1641 yılının o yaz günü denizin kıyısında (her zaman yaptığı gibi) hızlı hızlı gezinirken o garip ahşap masaya benzer şeyi gördü. Yakınına gidip inceledi ve ne olduğunu anlayamadı. Tepeden tırnağa bir ürperdi: `engizisyon' diye düşündü. Güneş batıyordu. Sandığa yaklaştı, kilit yoktu, yerine bir demir nal geçirilmişti, nalı çıkardı, sandığı açtı. İçinde bir sürü ahşap süslü şekil ve harf çıktı. Aslında ters olduklarını anlaması biraz sürdü. Ancak avucunda sıkarken yaptığı şekli görünce her şeyi anladı. Kasabaya, dükkanının olduğu yere koştu ve yardım istedi.

Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 5-6 kişi kıyıya vardıklarında bir an durdular. Hiç tanımadıkları garip bir şey kumsalda yatıyordu. Jose Martinez `hadi' diye bağırdı, koştu. Bir çırpıda, sanki birileri kapıp kaçacakmış gibi, bulduklarını berber dükkanına taşıdılar. Bunu izleyen günlerde Jose Martinez aleti anlamaya çalıştı. Kurdu, yağladı. Bazı baskı denemeleri yapmaya başladı. Ancak iki temel sorunu vardı. Mürekkep ve kağıt. Mürekkep göreceli olarak daha kolay bulunuyordu. Ancak kağıt yalvar yakar bulunan bir iki sayfadan öteye geçemedi. Aradan bir yıl geçti. Bu bir yıl boyunca Jose Martinez gevezelik boyutuna vardırdığı konuşmalarla herkese kağıt hakkında bilgi sordu. Sonunda yanıt bir gemiciden geldi. Uzak doğuya yapılan bir seferin dönüşünde kağıt da taşımışlardı.

Yüklemeyi yaptıkları kağıt imalathanesinde genç kızların büyük eleklere peltemsi bir şey koyduklarını, dikkatlice bir ileri bir geri salladıklarını, sonunda ince eleğin üzerinde yumuşakça bir katmanın kaldığını, bunun biraz bekletildikten sonra elekten alındığını, oluşan şeyin ıslak kağıt olduğunu, asılmak sureti ile kurutulduğunu anlattı. Ne kadar sıkıştırdıysa da denizci peltenin ne olduğunu söyleyemedi. Ancak eski papaz yeni berber bir yıl boyunca akıllıca her yolu denedi ve az buçuk işe yarar bir pelte imal etti. Çok ince çektiği kuru odunu bir hafta boyunca adanın içlerindeki gölün kıyısında bulduğu ve ıslanınca kayganlaşıp eli tahriş eden o ağartıcı beyaz madde ile kaynatıyor, daha sonra içine bir miktar sirke ve nişasta katıyor, kaynatmaya devam ediyordu. Sonunda başardı. Elde ettiği pelte gerçekten de tarif edildiği gibi eleğin üzerinde ince bir katman olarak kalıyordu. Eleği sallamak ise ayrı bir hünerdi.
Sağlam çıkanlar kurutuluyor ve özenle istifleniyordu. Bozuklar yeniden kazana dönüyordu. İmal ettiği kağıt biraz kabaydı. Ama o çağda bu kadarı kesinlikle başarı sayılırdı. Jose Martinez tabii ki bütün bu emeği boşuna harcamıyordu. Bir amacı vardı. Gayet iyi biliyordu ki, yalnızca berber koltuğuna oturttuğu kişilerle gevezelik etmek sureti ile fikirlerini yayamaz, insanları ikna edemez. Bundaki en önemli etmen insanların berbere tıraş olmak ve bir anlamda zaman geçirecek boş konuşmalar yapmak veya başka şeyler düşünüp söylenenleri algılamadan kafa sallamak için geliyor olmaları idi. Oysa kiliseye geldiklerinde hiç de öyle olmazdı. Jose Martinez konuşmalarının sonunda insanların aklında soru işaretleri uyandırdığını kiliseden ayrılırkenki düşünceli yüzlerden anlıyordu. Ayrıca etkinliğinin kanıtı da ortadaydı: işte onu papazlıktan ayrılmak zorunda bırakmışlardı. Etkinliği olmasa bunu neden yapsınlardı ki? Bir yandan kağıt imal ederken bir yandan basacaklarını tasarlıyordu. İnsanlara gündelik yaşamları hakkında, olan bitenler hakkında bilgi vermek gerek, ayrıca bir yandan da kutsal kitabın sözlerinin derin anlamını açıklamak gerek, diye düşünüyordu. Gündelik şeylerden söz edilecekse bu kitap gibi bir şey olamazdı, ayrıca buna kağıt da yetmezdi. Basit tek yapraklık bir şey olmalıydı. Jose Martinez yapmak istediği şeye ne diyeceğini adlandıramıyordu. Hiç bunun örneğini görmemişti ki. Yazılı şeyleri düşündü, gözünün önüne getirdi. Hepsinin bir başlığı vardı, hatta kitapların adı vardı. En sonunda tek yapraklık baskısına bir ad buldu.

LOS HECHOS DEBOJO DE LA CUPULA `Kubbenin Altındaki Gerçekler' Baskı makinesini bulduğunun üzerinden 14 ay geçmişti. Ve her şey hazırdı. İlk sayısını büyük bir özenle baskıya hazırladı. Şimdiki kavramı ile `manşet' diyeceğimiz yerde İncilin Yaratılış bölümü bab 1 den alınma Latince şu cümle yer alıyordu.

``Et creavit Deus hominem ad imaginem suam ad imaginem
Dei creavit illum masculum et feminam creavit eos''
``Ve Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı, kendi görüntüsünde Tanrı kendisini; erkek ve dişiyi yarattı''

Bu cümle belki de onu tüm İncil'de en fazla etkileyendi. Tanrısal olmak, onun gücünü paylaşmak. Bu başlığın altında kendi görüşleri doğrultusunda bunun yorumu vardı. Gittikçe artan bir coşku ile tüy kalemi kağıdın üzerinde sözcükleri şekillendirmiş, sonra bir defa bile gözden geçirmeye gerek duymaksızın, güvenle yazıyı dizmişti. Yazı özetle, bu cümleden hareket edip, Tanrıyı anlamanın kendimizi anlamaktan geçeceğini irdeliyordu. Bu arada dikkatlice `şeytan' bağlantısını da yapmış böylece okuyanların her türlü aptallığı ve kötülüğü tanrının özelliği gibi algılamasına da kendince engel olmuştu. Ancak vurguladığı bir nokta onu epey düşündürdü. Jose Martinez ``İnsanın doğuştan iyi ve günahsız olduğuna'' inanıyordu. Bu Vatikan öğretisine tersti. Umarım başım bundan belaya girmez' diye düşündü ve baskıya geçti. Tam 256 adet bastı.
Bunları teker teker kuruttu. Çırağı ile tek tek ada merkezindeki bütün evlere dağıttı, bedava olduğunu vurgulatmayı da unutmadı. Gelişen günlerde yazılarını daha da geliştirdi. Artık İncil alıntıları ve açıklamaları yanında ahlaki öykülere de yer veriyor, tarihsel olaylardan söz ediyordu. Arkadaşı Garcia Guerra'nin kitabı ``Sucesos de Fray'' dan alıntı öyküler ve en önemlisi kıta Avrupa'sında din çevrelerinde ciddi tartışmalara neden olan Gaspar de Villarroel'in ``Historia sagradas y eclesiasticas Morales'' komik anlatımlı kurgu-tarihsel öykülerini özenle kendi yorumunu da altına ekleyerek basıyordu. Bir şeyin farkına vardı ki bu da ilgiyi sürekli sıcak tutmak için öyküleri bölerek yayınlamanın gerekliliğiydi. Kahramanın (çoğunlukla ahlaki olan) karar vermelerinden önce öyküyü kesiyor, bir sonraki sayıda bununla devam ediyordu. Böylece akşamları yapacak şeyi pek olmadığından canı sıkılan ada ahalisine de sohbet konusu doğuyordu. Meyhanelerde sıkı tartışmalar olmaya başlamıştı, akşam üzerleri.

Tarihi kahraman sevdiği kadın uğruna karısını terk etmeli miydi? Evlilik yaşam boyu verilmiş bir sözdü! Hayır-kahraman eski Yunanda yaşıyordu, onlar Hıristiyan değildi ve bu onlar için geçerli olmayabilirdi... İnsanlar ilk kez yazının soğuk yönetim duyuruları dışında da kullanılabildiğinin farkına vardılar. Yazı ile öyküler anlatılıyordu, yeni öyküler, kendilerini kahramanlarının yerine koymak için can attıkları yürekte taze bir heyecanla okunan öyküler. Jose Martinez zeki bir adamdı. Yavaş yavaş öykü ve tarihsel anlatımlarla insanların heyecan, merak ve hayal kurma duygularını gıcıklıyor, bir yandan da (papaz alışkanlığı ile) her öyküde bir ana fikir bulunması, bir sentez oluşturulması çabası gösteriyordu. Tabii ki kendi düşüncelerinin doğrultusunda bir sentezdi bu. Günler geçtikçe öyküler kişisel olmaktan çıkıp toplumsal olmaya başladı. Artık öyküleri de kendisi yazıyordu. Bir yazdığı öyküde kendi safahatı için ağır vergi koyan bir krala karşı direnen bir köyün öyküsünü anlatıyor, direnme diğer köylere yayılıyor sonra da köylüler ayaklanıp kralı alaşağı ediyorlar ve hatta `şeytan def etme' işlemine tabi tutuyorlar.

Öykü bekleyeceğiniz üzere İncil'den alınan cümlelerle süslenmişti. O sakin I Manuel Rodriguez adasında ufak ufak bir şeyler olmaya başladı. İlk olay valinin duyurularının asıldığı direkteki `Pazar yerinde oluşacak belirli bir miktarın üzerindeki alışverişlerden yönetimin vergi payı alacağına dair' duyurunun üzerine geceleyin hain ellerce manda pisliği bulaştırılması oldu. Bu adadaki ilk protesto eylemi idi. Adanın halim selim valisi ertesi gün yapılan yortu şenliğindeki konuşmasını fırsat bilip, adadaki huzurdan söz etti, herkesin kardeşçe yaşamasından, tanrısal kaderden söz etti. Adanın yeni papazı da herkesi kutsadı, bedava şarap dağıtıldı. İkinci olay gemilere yük yüklenmesi ile ilgili çıktı. Yönetimin onayladığı yük taşıma tarifesini az bulan taşıyıcılar yüklemeleri yapmadılar. Yapmaya hazır olan daha fakir `grev kırıcılarını' da bir güzel dövdüler. Askerler olaya el koydu, elebaşılar derdest edip götürüldü. Tutuklandığında sırtına yaralı bir arkadaşı yüklenilip götürülen eylemcilerden birinin geride kalan arkadaşlarına, bir tarihi kahraman edasıyla : ''Tanrının oğlunu kendi kendilerine çarmıha geriyorlar.'' diye seslendiği duyuldu. Bu olayı irili ufaklı başka eylemler izledi. Yönetim (biraz geç de olsa) bir şeyler yapmak kararına vardı. Vali Juan Goytisolo'nun yardımcısı Rey Creer, valinin tersine radikal ve girişken bir karaktere sahipti. Jose Martinez'in bir şeyler basmasını, ada ahalisinin bunları okumasını yasaklayacaktı. Gerekçe de yüzyıllar boyu aynı kalmış olan gerekçe: Huzursuzluğa neden olmak... karışıklık çıkarmak... vs. Nitekim Juan Goytisolo bu kolay çözüm tuzağına düşmeyecek bilgelikte bir kişi idi. Basitçe `Olmaz' dedi. `Şiddet' yoluyla olmaz.

Ancak ortalıkta hep Juan Goytisimo'nun pek tekin olmadığına dair söylentiler dolaşır dururdu. `Herhalde kraliyet ile olan kan bağından olsa gerek', diye düşündü. Ama çekinmeden de edemedi. Aklına türlü çeşitli yollar geliyordu, örneğin para ile Jose Martinez'i satın almaya çalışmak, kağıtlarını yakmak (yok, yok bu olmazdı... şiddet kullanmayacaktı), kağıtların hepsini satın almak, benzer bir yayın çıkarmak, kilisede eski papazı yeni papaza eleştirtmek, hatta bunu açık bir forum halinde yapmak, her gün askeri birliğin erlerini tıraş olmaya yollamak ki böylece Jose Martinez'in hiç boş zamanı kalmasın. Tüm bu fikirlerini kendisi çürütüyordu. Jose Martinez bir inanç adamıydı satın alınamazdı, bunu biliyordu, kağıtlarını da satacak kadar aptal değildi. Sabah ilk iş olarak valinin yanına çıktı. Durumu dürüstçe anlattı. Aklına gelen fikirleri kendi eleştirileri ile birlikte ortaya koydu. Bitirince uzunca bir sessizlik oldu. Vali `öyle bir şey olmalı ki insanlar kendi istekleri ile vazgeçmeliler, hatta daha iyisi değer vermemeliler artık' dedi. Bu son cümle ile vali yardımcısı Rey Creer'in beyninde bir şimşek çaktı. Takip eden günlerde yönetim duyurularının asıldığı yerde düzenli bir bilgi ve dikkat yarışması düzenleneceği duyurusu asıldı. Her hafta yüklüce bir miktar, ödül olarak verilecekti. Bu miktar bir adalının yaklaşık 6 aylık gelirine eşitti ve azımsanacak gibi değildi.

İlk soru 1643 yılının Ocak ayında duyuru direğine asıldı:
- Geçen yortu töreninde sayın vali kaç kadeh şarap içmişti?
- Geçen hafta ada açıklarından kaç adet 5 direkli gemi geçti?
- Geçen yıl adamıza da gelen gezici eğlence gurubunun en genç kadın artistinin köpeğinin adı ne idi?
- Adamızda kaç koyun var? Tabii beklediğiniz şey oldu.

Tüm adalı zamanını aval aval oraya buraya bakınmayla, otistikler gibi düğme, merdiven basamağı, varil saymayla, her türlü lüzumsuz bilgiyi ve gözlemi edinmeyle geçirmeye başladı. Böylece Rey Creer amacına ulaşmış oldu. Jose Martinez ise inatla baskı makinesi ve İncil yorumları ile uğraşmayı sürdürdü. `Delalet içindeki kavmin Öyküsü'nü yazdı. Kimse berber koltuğunda artık ona kulak bile vermediğinden, ve insanlar kibarca, dağıttığı kağıtların üzerine acaba bir şey basmadan verebilir mi? diye rica ettiklerinden (not almak için daha fazla yere ihtiyaç varmış), biraz küstü. Ama savaşçı ruhundan bir şey kaybetmeden o günlerin de geçeceğine ve insanların onun anladığı biçimde `hak yoluna' ereceklerine inanmaya devam etti. 1661 yılında, gözleri görmez oldu, artık okuyamıyor, yazamıyordu. 1664 yılında öldü.

Kaynak : Cemre Ofset
 
Kayıt
17 Mart 2008
Mesaj
3.270
Tepki
100
ara ara oturup okudum.
güzel ve sürükleyici bir yazı.
özelliklede günümüze uyarlarsak, paparazzi yada televole mantığının,
kişi yada toplumlara verebileceği hiç bir şey olmadığını görmekteyiz.
teşekkürler paylaşım için. cidden okunmasını tavsiye ederim.
 
Yukarı Alt