Yanınıza oturan müşteriden emir almaktan memnun musunuz?

Durum
Konu kapatılmıştır.

İsmail Ev

Altın Üye
Altın Üye
Kayıt
29 Temmuz 2008
Mesaj
84
Tepki
1
"Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsan, misafirine ikramda bulun; Allah'a ve ahiret gününi inanıyorsan, komşunla iyi geçin; Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsan, ya hayır konuş ya da sus."

Hadis-i Şerif
 

farukcagla

Grafik Öğretim Görevlisi
Kayıt
24 Şubat 2008
Mesaj
642
Tepki
23
Kendisine "vabalı imişim" gibi diyen, kendisine "çöp kutusu" lakabı takan bu kardeşim yine sağa sola emir vermektedir.

Konu; "müşteriden emir almaktan memnun musunuz" konusudur. Ama bu soruya cevap vermek yerine EMİR VERMEKTEDİR !

Peki bu çöp kutusu kardeşimizden emir almaktan memnun musunuz?

"Bu mesajı silen neler olduğunu bilir" diyor.

Bu çöp kutusundan TEHDİT ALMAKTAN MEMNUN MUSUNUZ?
 
Kayıt
29 Kasım 2008
Mesaj
542
Tepki
7
faruk bey neden böyle bir polemiğe girdiniz anlayamadım ama
bazı insanlara verilecek en güzel cevap susmaktır ;cevap vermeye değmez
boşverin efendim herkes kendi yoluna....
Siz bizimlesinizin biz sizinle gerisi hikaye :)
 
Kayıt
7 Temmuz 2008
Mesaj
208
Tepki
5
Selam,

- Yanınıza oturan müşteriden emir almaktan memnun musunuz..?

Türkiye gibi bir ülkede en temel sorunlarda bile üç kişinin bir araya gelip anlaşamadığı hatta devletin en tepesinde şu an bulunduğunu düşünen kişilerin kazma, kürek, balta o an ellerine ne geçirdilerse onunla karşılarındakinin gözünü oyup kulağının içerisinde çartlak kebabı yapma mantığı içerisinde birbirlerine yaklaştıkları bir dönemde müşterinin emir vermesinin kıymeti harbiyesi ne derece dikkate alınır işte burası biraz muğlak bir durum oluşturuyor.

Şu an herhangi bir avrupa ülkesinin herhangi bir şehrinde bulunan iş merkezinin bilmem kaçıncı katındaki ortamı ferah, insanları sevecen bir ajansında masa başında oturan bir kişinin rüyasında bile görse hayra yormayacağı bir durumu veya davranış biçimini ülkemizin hemen bir çok şehrinde bulunan ve adına işyeri denen sözümona ortamında günün her saati yaşayan bir kişiye bu tür bir soruyu sorduğunuzda ya;

- Duymamazlıktan gelecektir...

ya da;

- Anlamamazlıktan...

Bilmem duymuşluğunuz var mıdır güzel Türkçemizde " Kanıksamak " diye bir söz şu an bile varlığını sürdürüyor. Genellikle içerisinde bulunulan herhangi bir durumun sıradan, olağan-olması gereken olarak karşılanması şeklinde açıklamasının yapılacağı bu sözcüğü yeri geldiğinde " Cuk " oturur tarzda bir yaklaşımla yazılarımızda ve konuşmalarımızda kullanırız.

Eğer bir insan içerisinde bulunduğu durumu olması gereken olağan bir durum olarak algılamışsa yani kanıksamışsa ve bundan başka seçeneğinin olmadığı üzerine kendisini şartlandırmışsa kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın o kişiyi içerisinde bulunduğu o durumdan koparıp olması gereken normal duruma getiremez.

Bu anlamda müşterinin o kişinin yanında oturup oturmamasının da bir anlamda herhangi bir önemi ve anlamı yoktur. Kişi kendisine verilmiş işi bir an önce bitirip bir diğerine geçmek veya evinin yolunu tutmak üzere iş yerinden çıkmak üzerine kendisini otomatik olarak şartlandırır.

- Akşam olsa da yatsak...

Üretime yabancılaşmış insanın genel profili ve yaklaşımı gereği bu sözcüğü sık bir şekilde kullandığı akşamın gelmesini her nedense iple çektiği işyerinin o insanın bakış açısında herhangi bir esir kampından ya da cezaevinden farkının olmadığı düşünüldüğünde akşamın gelmesinin evci iznine çıkmayı iple çeken bir asker düşüncesine eşdeğer olduğu sonucunu çıkartmak için kahin veya falcı olmaya gerek yoktur.

- Peki bizler neden çalışıyoruz..? Ev geçindirmek için mi yoksa zorunlu olduğumuz için mi..? Çalışmasak olmaz mı..?

İnsanoğlu kendi şartlanmışlıklarını karşısındakinin de yaşaması gereken zorunluluklar olarak değerlendirme eğiliminden nedense bir türlü kopamıyor. Bu noktada nesillerin birbirine tetiklemesinin getirdiği olumsuzluklardan tutun da ailelerin kendi bakış açılarının ve kaygılarının bir sonraki nesile direkt olarak yansımasına kadar pek çok noktada kendimizden öncekilerden ya da yaşdaşlarımızdan olumlu / olumsuz pek çok noktada etkileniriz. İş yaşamı da bunlardan birisidir. İnsanın çalışma zorunluluğunun olduğu çalışmamasının yanlış hatta ayıp karşılanması gerektiği üzerine pek çok kişi düşünce üretmiştir. Oysa ki kimse çalışmak zorunda değildir. En önemlisi de ( yanlış bilmiyorsam eğer ) bu duruma dair herhangi bir tüzük veya yasa yoktur.

Çalışan kişi çalışma yaşamına kendi düşüncesinin ötesinde aile ve yakın çevresinin kendisini küçük yaşlardan başlayarak psikolojik ve sosyolojik olarak şartlandırmasıyla gönüllü ya da gönülsüz ama sanki zorunluymuş hissiyle başlar. Burada göze ilk bakışta çarpmayan nüans gönüllülük esası olmasıdır. Kişi eğer çalışma yaşamına gönüllü ve istekli olarak başlarsa karşılaşacağı zorluklara gögüs germesi de en azından psikolojik olarak daha kolay olur. Bu durumu özel olarak örnekleyecek olursak;

- Grafik Tasarımcı olmak zorunda değilsiniz. Kimse sizi zorla bu mesleğe yöneltmez. Hatta doktor, mimar, iş adamı olmak varken neden grafik tasarımcı olunur..?

İlginç hatta ilginç olduğu kadar da tuhaf bir bakış açısı. Daha elit meslekler varken; bu arada aslında grafik tasarımcı olmak, mesleğimizin sanatsal bir durum içermesi anlamına gelmesine karşın son dönemde bazı kişiler nedense grafik tasarımcılığı " Zanaat " kapsamına sokmak için bilinçli bir çaba içerisine girdiler. Bu kişiler sanırım sanatla zanaat arasındaki farkı ya bilmiyorlar ya da bildikleri halde bu tür bir tanımlama yaparak kafa bulandırmaya çalışıyorlar. Bu tür insanlara gülmenin üst aşaması olan katılma noktasına geldiğimi ısrarla belirtmek istiyorum.

- İki çizgi çekiyorsun, kendini sanatçı sanıyorsun. Sanatçı olmak öyle basit bir şey olsa herkes olurdu...

Zavallılar. Akılları sıra mesleğin kendisini küçümseyerek veya önemli bir sanat disiplinini görmezden gelerek olmadı etrafta seğirten birilerinin sanat adına yaptıklarını sandıkları, adına grafik tasarım denmeyecek türden çalışmaları örnekleyerek bir de üzerine " Sipariş üzerine sanat mı olurmuş kardeşim " sözünü ekleyerek konunun kendisini grafik tasarımın mantığını, sanatsal bakış açısının özünü ıskalama durumuna geldiklerini kendi ağızlarından ne yazık ki ikrar ediyorlar. Bu kişilere ağız dolusu gülelim ama söylediklerini de yeri geldiğinde kendilerine bir güzel yedirelim. En önemlisi de mesleğimizin sanatla olan birebir ilgisini hiç bir zaman gözden kaçırmayalım.

Yaşamda sağlam bir duruşu, nitelikli bir bilgi birikimi, eğitilmiş sanatsal bir bakış açısı, asgari entelektüel bilgisi, okuğunu anlama yazılanı yorumlama becerisi olan bir kişinin üzerine bir de okuduğu okulda aldığı genel sanat eğitimini de eklediğimizde karşısına çıkacak herhangi bir müşteriyi cebinden bir kaç kez çıkartabilecek bir bilgi birikimi, bakış açısı, yaklaşım biçimi, konuşma becerisi ve hatta üzerine ilgili sektörel durumu yorumlayabilme ve anlatabilme yeteneğinin olacağı düşünüldüğünde bu tür bir grafik tasarımcının karşısına kim çıksa ne olur..?

Kendisini müşteri sanan ukala dümbeleğini kulağından tuttuğu gibi kapının yönüne koyar bir de üzerine sifonu çeker. Akan suyun altında ıslanan müşterinin de aklı başına bir güzel gelir.

Saygılar...
 

farukcagla

Grafik Öğretim Görevlisi
Kayıt
24 Şubat 2008
Mesaj
642
Tepki
23
@Ömer Çokbilen

Ömer bey;
Bütün cevaplarınıza tek tek teşekkür ederim. Konuyu özetleyen son cevabınızı alıntıladım. Herşeyi anlatıyor.

Bir de ben anladığımı özetleyeyim;
1-Emredilenin aynısını yapan grafik tasarımcı değil mac operatörü veya uygulamacı grafikerdir. Çünkü birileri uygula demekte, o da uygulamaktadır. O birileri art direktör de olabilir müşteri de olabilir. Farketmez.
2-Müşteri sadece neye ihtiyacı olduğunu söylemelidir, nasıl yapılacağını söylememelidir. Eğer söylüyorsa o tasarım olmaz. Yapan da grafik tasarımcı olmaz.
3-Ekip çalışması esastır. Sağlıklı bir iş bölümü olması şarttır, herkesin görev tanımı olmalıdır. Büyük ve orta boy ajanslarda art direktör, grafiker ve uygulamacı grafiker vardır. Müşteri temsilcisi art direktöre müşterinin ihtiyacını anlatır, art direktör ve ekibi bu ihtiyacı nasıl karşılayabileceklerine dair çözüm üretirler...
4-Küçük tasarım atölyeleri veya matbaalarda müşterinin yapılacak tasarımı tarif etmesi normal karşılanır. Buralarda Tasarımcı ekip yoktur.Tasarımcı grafiker olsa bile müşterinin tasarımı yapacak olana işi direkt anlatması bazen araya bilmeyen kişilerin girmesinden daha hayırlıdır. (İsmail EV de aynı şeyi söylüyor)
5-Siz Grafik Tasarımı yüzde yüz ticari sanat ve zenaat olarak görmüyorsunuz ve para için müşterinin tasarım tarif etmesini kabul eden görüşe sıcak bakmıyorsunuz.
6-Siz benim sorularımı CEVABI BELLİ ÇANAK SORULAR olarak değerlendirmiyor, "aslında olması gereken ile mevcut olan şartların kıyaslanması " olarak değerlendiriyorsunuz.

Aydınlatıcı cevaplarınız için çok teşekkür ederim. Grafikerlerin karanlıkta kalmış sorunları cevaplarınızla aydınlatılmış oluyor.

Genç kardeşlerimiz için faydalı oluyor.
 
Kayıt
3 Ağustos 2009
Mesaj
604
Tepki
74
Faruk Bey merhaba,
Öncelikle mesleki konularda bir tartışma ortamı yakalamış olduğum için mutluyum. Fakat sözcüklerimi son derece yontarak yazmaya çalıştığım halde, -ki tartışmanın düzeyi ve selameti için bu şart- "çanak soru" kavramı üzerinde bir alınganlık hissettiğimi söylemeliyim. Belki, kişisel olarak, konulara esprili olarak yaklaşımda bulunmak, her ortam için uygun olmayabilir ya da geri bildirim (feedback) olduktan sonra iletişimimiz yavaş yavaş kurallarını oluşturmaya başlayacaktır. Fakat karakter olarak polemikten ziyade tartışma ortamı bana daha uygun düşmektedir. Benim bu siteye girerek sözcüklerimi aktarma ihtiyacımın tek hedefi, gençlere yardımcı olmaktır. Bu konuda, otuz yıla yakın deneyime sahip birinin duygusal olarak mesleki ihtiyaçlarından söz edilemez. Ben bunları aşmış bir olarak kendimi hissediyorum.
Tartışma konumuza gelecek olursak, sizin de ve site yetkililerin yazılarından da (hepsini okuyamadım ama okuyacağım) anlaşıldığı gibi mesleki tanımlarda bazı zorlanmalar görülmektedir. Öncelikle, bu mesleğe yeni başlayanlara yönelik olarak; önemli olan, mesleğin adı, şanı vs. değil, o mesleğin gereklerini yerine getirmektir. Nitekim, çok kaba olarak (bunun için özür dilerim) eşeğe altın semer de yükleseniz, diye başlayan atasözü bu durumu anlatmaktadır. Aslolan, işi yapmaktır, ücretimizin miktarını, çevremizden göreceğimiz itibarı bu belirleyecektir. Geri kalan yalnızca bir pazarlama sorunudur.
Ayrıca, daha önceki yazılarda mesleğin adı ile şan, namus, vesaire ile ne kadar çok bağlantı kurulmuş? Ayrıca okullu, alaylı konusu da öyle. Bir işi iyi yapan, o işin ustasıdır. Bu işi nasıl ve nerede öğrendiyse öğrensin, aslolan işi iyi, güzel ve kaliteli yapmak. Okul, bilginin sistematik olarak verilmesi açısından çok faydalı. Ama tek koşul değil. Ben yanımda çalışan arkadaşların hiçbirinden bu güne kadar hangi okulları bitirdin, diplomanı göreyim diye talepte bulunmadım. Örnek bir işi önüne atarım, eğer bunu yapabiliyorsa o bu işin profesörüdür derim. Bir mesleğin diplomasını almış olmak, (önemle söylüyorum, bunlar doktor, mühendis bile olsa) o işi iyi yapıyor anlamına gelmez. Bazı mühendisler sektörlerinde kalfa muamelesi bile görmez. Bazı doktorlar da öyle. Bana diplomasını gösteren kimse, o işi iyi biliyor diye kimse zorlayamaz! Ne yani, yazar (iyi yazar tabii) olmak için Edebiyat fakültesini mi bitirmek gerekir. İyi bir grafiker, artdirektör, tasarımcı bilmem ne, metin yazarı, creatif direktör......... olmak için işi iyi bilmek gerekir. Bu işi nerede öğrendiysen öğren! Her yıl, Türkiye çapında onlarca Güzel Sanatlar Fakültelerinin Resim Bölümünden yüzlerce mezun verir. Bunların kaçını "Ressam!" diye piyasada görürüz? Bazı dönem ya bir, ya iki... Bazı dönem ise hiç.
Bu sözlerim, okulu küçümsediğim, gereksiz olduğu sonucunu doğurmasın. Yanlış katagorize olmak istemem. Kısaca gençlere şunu demek istiyorum: İşinizi iyi öğrenin. Yaptığınız iş beğenilsin. Okul, bu mesleği bize bütün yönleriyle öğretir ve en kısa sürede. Ama tek kaynak değil. Hem öğrencilerim arasında, hem de bugüne kadar çalıştırdığım personelim arasında yüreklerinde bu işi iyi yapmak için yeteri kadar ışığın olduğunu gördüklerim beni hep şaşırtmışlardır. Potansiyel olarak herkeste bu vardır. Sorun, miktar sorunu, ve bunu ortaya çıkaracak ortam sorunudur.
İzlediğim tartışmalarda bir diğer sorun, ünvan sorunu. Grafiker, tasarımcı grafiker, art direktör, kreatif direktör, mac operatörü falan filan.
Kimler grafikerdir, kimler art direktördür? Ya da en kısa yoldan sorayım: Nasıl art direktör olunur?
Bütün bu kavramlar gençlere biraz tuhaf gelecek ama bunlar mesleki aşamalardır. Yani çıraklık, kalfalık, ustalık gibi.. Bir art direktör aynı zamanda grafikerdir. Grafikerin bildiği herşeyi bilir. Yani sorun bilgi miktarıdır. Ayrıca tasarım gücü de gerekir. Tasarımın tarifine girmeyeceğim. Çünkü konu çok parçalanacak.
Grafiker, kendini hem bilgi, hem tasarım yönünden ortaya koyabilirse, artık o art direktördür. Geriye kalan sadece çalıştığı kurumdaki yetki meselesidir. Yani iş akışındaki emir-rapor meselesi. Eğer bu sitede yazmaya devam edersem, konuyu açacağım.
Diğer konu, metin yazarları ile ilişkilerimiz.
Arkadaşlar, reklam; bir fikirdir. Grafiker, (ya da artdirektör) adı üstünde grafik üretir. Yani bir fikri, görselleştirir.
Bu fikrin üretimini metin yazarları yapar. Bir konseptin fikrini artdirektöre havale etmek yanlıştır. Ha, bazen, kendini dil olarak da geliştirmiş grafiker ya da artdirektörler umulmadık katkılarda bulunabilirler. Ama bu müstesnadır. Müstesnalar da kaideyi bozmazlar. Bütün dünyada kanıksanmış ve kanıtlanmış bir tarif var: Reklam fikrini metin yazarı, bu fikri görselleştiren de artdirektördür. Kampanya üreten ajanslarda da genel olarak işakışı böyledir. İdari hiyerarşi olmasa bile işakışında metin yazarları önce gelirler. Çünkü kampanyalar, çoğunlukla bir fikir, bir slogan vs. üzerine kurulur. Bunu da dil konusunu iyi bilen, mesleki olarak bu konuda kendisini geliştirmiş olan metin yazarları yapar. Bu, alınganlık konusu mudur? Yıllarca grafikerlik de yapmış biri olarak söylüyorum kesinlikle hayır. İyi bir grafiker, aldığı fikri en iyi görselleştiren kişidir. Grafiker metin yazmaz. Yazmamalı. Bu onun işi değil ki. Ama gel gelelim, piyasada özellikle küçük ajanslarda veya yayınlarda grafikerin ilanın metnini de yazması beklenir. Böyle kurumlarda yönetim olarak tabii ki alınması gereken daha bir hayli yol vardır. Bu yüzden dir ki sektörel yayınlardaki ilanlar (yani çoğunluğu) birer faciadır!
Bu formülü unutmayalım: Fiklri metin yazarı üretir, grafik departmanı (artdirektör, grafiker..) onu görselleştirir.
Burada fotoğraf konusu da ciddi bir yer tutar. Ama bu konu görselleştirme içinde yer alır. Grafik departmanı, fotoğrafı da tasarlar, fotoğrafçıya gönderir. Fotoğrafçı fotoğrafı tasarlamaz. Taslağa uygun olarak (bazen kendi üslübunu da katararak) fotoğrafı çeker. Neyse bu ayrı bir konu. İlerde bu konuya da gireceğim.
Bu günlük bu kadar. Faruk Bey'in de dediği gibi cephaneyi hemen tüketmeyelim.
Herkese başarılar, bol kazançlar.
 

farukcagla

Grafik Öğretim Görevlisi
Kayıt
24 Şubat 2008
Mesaj
642
Tepki
23
Tuncer bey;
(Tuncay Özkan ile bir yakınlığınız var mı?)

Öncelikle değerli açıklamalarınıza teşekkür ederim.
Meslekte bu kadar tecrübeli bir arkadaşımızın bu siteye değerli katkıları olacağı muhakkaktır.

Siz takdir beklemeseniz de yararlı olmak için yazma zahmetine katlanıyorsunuz ve takdir edilmesi de yararlı olması anlamına gelecektir.

Ya da yararlı olması, takdir edilmesi anlamındadır.

Marifet iltifata tabidir, iltifat görmeyen marifet zayiidir.

Metin yazarı, reklam yazarı, art direktör, kreatif direktör konularını kişisel web sitemde inceledim, yorumladım. Aşağıdaki makaleler linkinden ulaşabilirsiniz. Bu konularda birleştiğimiz, ayrıldığımız noktalar vardır. Zamanla tartışırız inşallah. Şimdi çanak soru üzerindeki alınganlık konusuna değinmek istiyorum.

Siz ne kadar kelimeleri özenle seçseniz de bazı "kestirme" ifadeler, anlamının dışında da yorumlanıyor. Mesela çanak soru ifadenize ben, "çanak soru nasıl olur, benimki çanak soru değildir" tarzında bir açıklama getirdim. Bu bir "alınganlık" değildir.

Bunu bir alınganlık olarak değerlendirip tekrar gündeme getirdiğinize üzüldüm. Cephane boşa harcanıyor.

Alınganlık, "doğru bir eleştiriyi yanlış anlamak"tır. Bir eleştiriyi hakaret, bir yergiyi küfür gibi anlamak, genel bir durumu özel olarak üzerine alınmak vs dir.

Ben çanak soru deyiminiz için alınganlık göstermedim, aksine o soruların niçin çanak soru olmadığını açıklamaya gayret ettim.

Demek ki bu açıklamaları da "açıklama" olarak değil, "alınganlık" olarak algıladınız.

Kaldı ki "çanak soru" deyimiz, bazı kişilere "çanak tutmuş" ve beni eleştirmek için kolayca malzeme haline getirilmiştir.

Çanak soru, soru sorulan kişiye gol attırmak amacıyla atılan pas'tır.
Oysa ben soru sorduğum kişiye pas vermiyorum, bilakis penaltı çekiyorum, gol peşinde olan benim.

Çanak soru; karşındakine çanak tutmaktır. (Çanak tutmak deyiminden gelir)

Soru soran kişinin kendine çanak tutmasına çanak soru denir mi, bilmiyorum.

Bir gerçeğin ortaya çıkması için çok akıllıca sorulmuş sorulara ÇANAK SORU dendiğini ilk kez sizden duydum.

O zaman her türlü adli soruşturmada itiraf ettirmeye yönelik sorulara da ÇANAK SORU demek gerekir ki, benim mantığıma göre bu doğru olmaz.

Olsa olsa TUZAK SORU denir, reklamcı; kelimeleri özenle seçerek kullanmalıdır.

Zaten böyle soru sorulan kişiler, köşeye sıkıştıklarında "bu sorular insan haklarına aykırıdır, fikir ve kanaatlerimi zorla açıklamam isteniyor" diye savcılığa suç duyurusunda bulunmaktadır. Çünkü cevap verdikleri an, gerçek ortaya çıkacaktır.

"Tuzak soruların tuzağına" düşmemek" için hukuku kullanarak "hukukun uzağına" düşmeye çare olarak sarılanlar vardır.

Ve görülmüştür ki, bu sorulardan rahatsız olanlar hemen sizin "Çanak Soru" deyiminize mal bulmuş magribi gibi sarılıp bana saldırılarını gerçekleştirmişlerdir.

Dikkat ediniz; konu başlığı falan önemini kaybetmiş, sadece "çanak soru" deyimi üzerine odaklanılmıştır. "Çanak Anten Soru" denilerek alay edilmiştir. Benim gazetecilik yapıp yapmadığımdan dem vurulmuştur. Benim ona buna laf soktuğum iddiasıyla ASIL BANA LAF SOKULMUŞTUR.

Bakınız; bana göre yerinde kullanmadığınız halde alınganlık gösterdiğimi iddia ettiğiniz bir deyim; nasıl da art niyetli olarak kullanılmıştır.

Sayın Özkan; bu konuda alınganlık göstermediğimi, bu konuya benden fazla hassasiyet gösterenlerin mevcut olduğuna özellikle işaret ediyorum ve hassasiyeti olanların sizin hassas gözlerinizden niçin kaçtığını merak ediyorum.

Çanak soru deyiminizin kimlere nasıl "çanak tuttuğunu" göremediniz ama benim "alıngan" olduğumu söylediniz.

Çanak soru deyiminiz kadar gözlem gücünüz ve adalet duygunuz da benim için düşündürücü olmaya başladı.

Sizin çanak soru deyiminiz kullanılarak bana haksızlık yapılıyor ve siz buna seyirci kalıyorsunuz, bir de bana alıngan diyorsunuz. Bunu düşünmem lazım.

Reklamcılığı iyi bildiğinizi sanıyorum ama, bilirsiniz ki kelimeler de cephanemizdir. Yerli yerinde kullanmazsak hedef şaşar. Bizi de hedef haline getirir.

Saygılarımla.
 
Kayıt
3 Ağustos 2009
Mesaj
604
Tepki
74
Melih Yorgancı Bey'e merhaba,
Yazınızı dikkatle okudum. Bu sitede nedense, anlayamadığım bir nedenden gergin bir sohbet anlayışı var. Belki de yanılıyorum. Fakat yapılan alıntıların yanıtlanması, fikirlerin ortaya konması hep belirli bir yüksek elektrik şeklinde. Bu sitenin genel görünümü bu mu? Yoksa katılımcıların, tesadüf bu ya, gergin kişilikte olması mı? Neyse nasıl olursa olsun, yani iletişim düzeyini artırma uğruna bu iletişimi sürdüreceğim. Ta ki faydaya maksimum ulaşıncaya kadar. Ondan sonrası benim kişisel üslubuma uymaz. Ya da bu sitenin benim duygusal tatmin taleplerimi karşılayacağım yer olamaz.
Konuya gelecek olursam, "Sipariş üzerine sanat olmaz" sözümün irdelendiğini görüyorum. Buna çok sevindim. Aslında bu konu çok eskidir. Fakat ülkemizde teorik (ve de pratik!) konuların, estetik felsefenin tartışılmaya başlandığı son elli yıl içinde fazla bir yol alınmadığını görmekteyim. Akademik ortamda epey katkı olduğu halde. (Murat Belge, İsmail Tunalı, şimdi aklıma gelmeyen diğerleri gibi). Belki de iş tanımların, meslek tanımlarının iyi yapılmadığı için böyle olsa gerek.
Sadece reklam sektörü içindeki yeri ile ilgili olarak söyleyecek olursak, reklam, bir malı ya da hizmeti satmak için yapılan pazarlama faaliyetinin bir unsurudur. Unutmayalım, yani bir mal ya da hizmeti satacağız. Ve bu mal bizim değil, müşterinin. Bir çatal kaşık, bir otomobil, bir gazete ya da nakliye hizmeti, hatta bir siyasi parti. Yani karşımızda bir müşteri var, diyorki al bu malı sat! Benim kurumsal profilim, ürünsel profilim şu, ya da bu. Sen benim malımın kalitesini, hizmetimin kalitesini ya da siyasi partimin görüşlerini sorgulayamazsın. Tabii bu işi reddetme hakkın var. Ama yapacaksan, benim kuralım geçerlidir. Parasını da alırsın.
Yani, kısacası ticari bir ilişki. Mal kötü de olsa, siyasi partinin görüşü çağdışı da olsa profesyonelce bu işi (tabiiki ahlakına da uygun olarak) yaparsın. Malın kötü olması, siyasi partinin görüşü işi yapanın, yani projeyi uygulayan ajansın, bu ajansta çalışan grafikerin, artdirektörün, metin yazarının ahlakını sorgulamaz. Çünkü mal ya da hizmet senin değil ki? Buradaki ilişki, marangoza verdiğin gardrop siparişinden farklı değildir. Marangoz, kendi kafasına göre cilanın rengini, diğer mobilyalar ile uyumunu belirleyebilir mi? Bütün bunları siz belirlersiniz. Yani müşteri sizsiniz. Daha mobilya yapılmadan, sizin aklınızda orada nasıl bir gardrop durmasını hayal edersiniz. Marangoz, sizin hayallerinizi gerçekleştirir, tekniğini konuşturur.
Aynı şey, reklam için de geçerlidir. Müşterinin briefi sizi belirler, koşullandırır. Metin yazarı fikri oluşturur,grafik departmanı bu fikri aslanlar gibi görselleştirir.Tıpkı bir fotoğrafçı gibi, tıpkı bir kuafor gibi, tıpkı bir matbaacı gibi. Sizin buradaki işiniz malı daha çok satmak, müşteriye daha çok para ya da neyse kazandırmak. Karşılığında ücretinizi alırsınız.
Umarım buraya kadar anlaştık.
Peki ne zaman sanat yaparız? Hiçbir karşılık beklemeden, amacınız para kazanmak olmadan şiir yazarsanız, müşterisi olmadan illustrasyon ya da resim yaparsanız, hiç kimseden sipariş almadan keman tasarlarsanız, vs. bunların karşılığında belki de aç kalırsınız, hayatınız boyunca sürünürsünüz, sizi anlayacak kuşaklar olmayabilir, belki de Van Gogh gibi süründükten sonra ikiyüzyıl sonra tablolarınız dört milyon dolardan satılabilir. Ama siz o sırada çağınızı yansıtmış, ya da yeni çağlar açmış, kitleleri sonradan etkilemiş, büyük izler bırakmışsınız. Sanat budur işte! Yoksa kuru kuruya ben sanatçıyım diye sağda solda kasıntı yapmak, bir çeşit vantrolog (karnından ses çıkarma "sanatı!") işidir yani.Bir kampanya için spot yazıyorsa o kişi metin yazarıdır. Aynı kişi kendi için, toplum için ya da sevgilisi için yazıyorsa onun adı şairdir.Neruda "Halkız biz, yeniden doğarız ölümlerde!" derken bir siyasi partinin reklam spotunu okumuyordu. Ya da Nazım "Akın var akın, güneşe akın/Güneşin zaptı yakın.."derken de aynı amacı vardı. Kendiniz için, yani beğenilsin ya da beğenilmesin bir üretimde bulunuyorsanız onun adı sanattır. Başkası sipariş vererek, kendinizi onun fikirlerine, ürünlerine, hizmetlerine ya da neyse neyine göre zorlayarak üretiyor iseniz onun adı zanaatır. Siz istediğiniz kadar sanatçıyım deseniz bile.
Ayrıca bu zanaat sözcüğü neden bu kadar küçümseniyor? İnsanın yaşadığı süreç içinde göreceği en iyi toplumsal kabul; işini iyi yapması ile ilgilidir. İşini iyi yapan kimse, bulunduğu her ortamda saygı görür. Bunun karşılığını hemen alır. Ücret ve itibar olarak. İyi bir matbaacı, iyi bir grafiker, iyi bir marangoz, iyi bir kuaför. Japonların ünlü bir sözü vardır:"İşiniz ile mutlu olun." Bu sanatçı takıntısı nereden geliyor? Yaşamınız boyunca takdir ya da iyi ücret almak, itibar kazanmak istiyorsanız, işinizi iyi yapın. Ben sanatçıyım diyemezsiniz. Ancak toplum size sanatçı der. Bu çoğunlukla yaşamınızdan sonrasına denk düşer. Eğer gerçekten toplumu şu veya bu zamanda etkiliyor iseniz. Bugün severek dinlenilen pekçok bestecinin eserleri, kendi yaşamlarındayken gürültü olarak algılanıyordu.
Yazım, epey uzun oldu, umarım okuyucularımı sıkmamışımdır. Arada sırada bu konularda, hatta Estetik, güzellik nedir gibi konulara teorik hazırlık yaparak katkıda bulunabilirim. Özellikle okul dışından kendini geliştirmeye çalışan genç arkadaşların sorularına katkıda bulunmak istiyorum.
başarılar, mutluluklar.
Tuncer ÖZKAN
 

kafasını koruyan

Forumdan Uzaklaştırıldı
Kayıt
7 Ağustos 2009
Mesaj
12
Tepki
0
Sayın Tuncer Özkan,

Foruma gelişinizin hayırlı olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar çok doğru bir yerde bulunduğunuza inanmasam da... Burada olmanız, elbette dikkat çekici... Grafiker ve Eğitim, Grafikerlerin Yaşadığı Sorunlar ile Grafiker ve Hukuk konularına bir göz atarak incelemenizde fayda var. En azından fikir ve sanat emeğinin değerlendirilmesi açısından oralarda bazı ipuçları yakalayabilirsiniz.

İletilerinizde bir PATRON havası sezinliyorum. EMEK ve SÖMÜRÜ konularını ustaca geçiştirdiğinize bakılırsa, bu konularda pek de yanılmıyorum. Uzun uzadıya bir polemiğe girmek yerine, son iletinizde, fikir ve sanat emeği açısından hiç de doğru olmayan ve açıkça, kabul görmüş kavramları ters yüz ettiğine inandığım bir kaç çelişkili noktaya işaret etmek istiyorum:

- Grafik sanatlar, maalesef, reklamcılığın gölgesi ve hatta "tasallutu" altındadır. Özellikle grafik tasarım, tamamen, reklam endüstrisinin bir uzantısı, bir yan sanayii gibi görülür ve gösterilir. Halbuki, grafik sanatlar, reklamcılığın doğuşundan çok önce de vardı, reklamcılık bitip tükendikten sonra da var olmaya devam edecek.

Reklam amacı dışında, ancak akademik düzeyde, hocalar ve öğrencilerinin, piyasa şartları bilgisinin tamamen dışında, "deneysel" işler yaptıkları, okulda öğretilenlerin çalışma hayatında hiç bir işe yaramadığı, bunların bir tür "entelektüel snobluk", ayrıcalıklı bir sınıfın bol bolamat bulduğu boş vaktini değerlendirdiği bir tür eğlence olduğu, genel olarak da, topyekûn, bütün bunların "boş işler" olduğu propagandası yapılır ve "necip milletimiz" buna öyle de inandırılır.

Ondokuzuncu yüzyılın Fransız Ressamı Toulouse-Lautrec, soylu bir aileden geliyordu ama kendisini zamanın sanat erbabına (Fransız Akademisi) kabul ettirebilmek için epey uğraşmıştı. Resim yapacak zamanı ve yaptıkları ile geçinmeye zorlanmayacak kadar parası vardı. Buna rağmen, zamanın ünlü revü (gösteri) merkezi Moulin-Rouge'un afiş siparişlerini kabul etti. Moulin Rouge, her gece gösteriyi izlemeye gelen ve sahnedekileri çizen bu ressamın, en iyi afişi tasarlayacağına inanmıştı. Toulouse-Lautrec, üstelik, doğuştan engelli ve kısa boyluydu. Ailesini reddetmesi ve doğuştan gelen bu özellikleri sayesinde, bugünün terimi ile "hırs yaparak" Moulin Rouge afişlerini, zamanın bütün sanat ve baskı tekniklerini zorlayarak, her türlü sınırlamanın ötesinde, başarıyla gerçekleştirip, yetiştirdi. Afişlerin tasarımlarını yapıp matbaaya bizzat gitti. "Litografide böyle renkler yoktur, bunu basamam" diyen matbaacıyla kavga etti ve oturup, baskı mürekkebini bile kendisi üretti. Sonunda ortaya, gerçek birer sanat eseri çıkmış ve zamanın Paris'inin duvarlarında yerini almıştı.

Toulouse-Lautrec'in bu afişleri, bugün en önemli sanat müzelerinde korunurken, Moulin Rouge'un sahipleri, "siparişi veren" olarak, "bu afişlerin sahibi olduklarını" iddia dahi etmemişlerdir.

Kısaca, siparişin "sanat" olması için, müşterinin onu sipariş etmiş veya etmemiş olması değil, söz konusu "sipariş" üzerinde, yaptığı işi sanat olarak gören "sanatçının", kendi özgür iradesi ile ne kadar "emek harcadığı" ve ne kadar "estetik değer ürettiği" önemlidir.

Sizin görüşünüze göre, İhap Hulusi, bir "sanatçı" değildir (Hatta "zenaatçı"dır). Cumhuriyet döneminin en önemli grafik tasarımcısı olarak, kendisine, özellikle devlet kurumları ve devlet bankaları tarafından sipariş edilen afişleri, logoları ve illüstrasyonları, sırf müşteri tarafından sipariş edildiği için, "sanat eseri" sayılmaz. Size göre, bu tür işlerin sanat eseri sayılması için, zamanında değerinin anlaşılamaması ve sanırım, özellikle de sanatçının ölümünün üzerinden "yetmiş yıl" geçmiş olması gerekmektedir -ki, telif hakkı ödemeden bu eserler, "rahatça" kullanılabilsin!

Reklamcı mantalitesi ile ne kadar sanat emeği örtbas edilmeye çalışılırsa çalışılsın, dediğiniz gibi, herkes, "yaptığı işler"le anılır, çalıştığı reklam ajansı ile birlikte değil.

Bir taraftan da, ajansta yaptığı işler arasından, sanatçının beğendiği veya beğenmediği çalışmaları olabilir ve bunları da elbette sanat eseri olarak görmek isteyebilir. Buna kim, neden engel olsun ki? Ajans sahibi veya müşteri, karşısına dikilip, "Hayır onları sen yapmadın, ben sana yaptırdım, sahibi benim" mi diyecektir? Maalesef, Türkiye'de bu tür vak'alar çoktur.

- "Müşterinin briefi sizi belirler, koşullandırır. Metin yazarı fikri oluşturur,grafik departmanı bu fikri aslanlar gibi görselleştirir.Tıpkı bir fotoğrafçı gibi, tıpkı bir kuafor gibi, tıpkı bir matbaacı gibi. Sizin buradaki işiniz malı daha çok satmak, müşteriye daha çok para ya da neyse kazandırmak. Karşılığında ücretinizi alırsınız"

Hayır, buraya kadar anlaşmıyoruz! Bu, salt bir "ücret almak" meselesi değildir. "Sanatçı, sadece ücretini alır ve arkasına bakmadan, ürettiği bütün emeğini müşteriye bırakır ve gider" görüşüne katılmak, mümkün değildir.

Bir kere, bu kısımda ileri sürmüş olduğunuz görüş, Fikir ve Sanat Eserleri Yasası'na tümüyle aykırı bir durumdur ama meseleyi, şimdilik, hukuk açısından değil, sanat ve emek açısından irdelemekten yanayım.

Burada sanırım, bütün fikri müşterinin verdiğini, dolayısıyla, "fikir sahibinin" müşteri olduğunu düşünüyorsunuz. Metin yazarı fikri oluştursa bile aslında onun ürettiği fikir dahi müşteriye ait bir "mal"dan başka bir şey değildir. Kısaca, müşteri, bütün ajansı, neredeyse parasını bastırıp satın almış gibidir. Tıpkı, pazardan patates alır gibi!

Malın daha çok satılması, Toulouse-Lautrec'in yaptığı gibi, "mütevazı" bir sanat emeği çabasına bağlı ise ne yapacaksınız? Daha doğrusu, malın piyasada "farklılaştırılması", ancak estetik oranı yüksek bir çalışma sonucu gerçekleşecekse, böyle bir kampanya sonunda ortaya çıkan iş, "sanat"tan sayılmayacak mıdır?

- Metin yazarı nasıl "orijinal" bir fikir üretiyorsa, bu fikri görsel olarak tasarlayan da, aynı şekilde "orijinal" fikir üretir. Arada özgün fikir üretimi açısından hiç bir fark yoktur. Müşteri ve ajans sahibi, "emeğin yabancılaştırılması" denilen sömürü sistemi yoluyla, hiç bir emek harcamadığı halde, bu özgün üretimlere el koyar ve sahiplenir.

- Bu arada, sanatçının, gözlem ve hayal gücü ise yabana atılmaktadır. Müşterinin "brief"i verirken, her şeyi "tam ve doğru" verdiğine, dünyadaki bütün estetik bilgileri absorbe ettiğine inanıyorsanız, eğer, diyecek bir şeyim yok! Böyle müşteri, zaten sanatçıya ihtiyaç duymaz ki!

Farklı bakış açıları, ancak farklılaştırmayı becerebilir. Sanatçı, herkesin baktığı pencereden dünyaya baksaydı, müşterinin ona hiç ihtiyacı olmazdı. Müşteri, malını farklılaştıracak, margarini "Sanayağı" olarak belletebilecek güce sahip, bu tür farklılıkları üretebilecek "farklı ve estetik üretim yapabilecek" beyinler aramaktadır.

- Öte yandan, Neruda ve Nazım Hikmet örneklerini verirken, sanatçının, herkesten ayrı, neredeyse "bencilce", tekil bir üretim yaptığında, kendisi için bir takım karalamalarda bulunduğunda, ancak sanatçı olabileceğine ilişkin, ilginç bir sav ileri sürüyorsunuz. Buna karşılık, Nazım ve Neruda'nın muhteşem örnekleri karşısında, "halk için sanat" durumunu da göz ardı edemiyor ve mecburen bunu da savınıza katıyorsunuz. Halbuki, her ikisi de, neredeyse bireysel aşk şiirleri yazarken bile toplumculuktan vazgeçmeyen iki sanatçı. Nereye sığdıracağınızı bilememişsiniz. Salt "emek ve estetik" açısından bakabilseydiniz, bu kadar zorlanmazdınız. Gayet açıktır ki, Nazım ve Neruda, toplumcu düşünce yapıları ile şekilendirilmiş ve zenginleştirilmiş bir estetik sanat atmosferi içerisinde o şiirleri üretmişlerdir. Bu şiirler için onlara, Komünist Parti tarafından "brief" verilmemiştir. Ama bu şiirler, bugün bile çeşitli sol ve komünist örgütlenmeler tarafından çeşitli vesilelerle kullanılmaktadır. Bu durum, size göre Nazım ve Neruda'nın birer "zenaatçı" sayılmasını gerektirdiği halde, onları böyle nitelendiremiyorsunuz. Çünkü, sanat ve estetik karşısında zenaatçının nerede durduğunu, iyi biliyorsunuz. Böylesi bir şaşırtıcı iddiaya herkes itiraz edecektir. Nazım ve Neruda, sanatçıdır.

- Zenaat ise feodal veya Asya tipi üretim biçimlerinin uzantılarından başka bir şey olamayacak ve kapitalizm tarafından, zorunlu olarak yok edilecektir. Toplumsal pazar ihtiyaçlarını karşılayan geçmişte ve geride kalmış üretim biçimleri ile her zaman ileriyi görmüş ve göstermiş sanat ve estetik üretimini karşılaştırmak ve zaman zaman aynı kefeye koymak, kapitalist üretim ilişkileri açısından, her zaman hatadır ve sonuçları, hep hüsran olmuştur.

- Size de başarılar, mutluluklar,

Levent Elpen
 
Durum
Konu kapatılmıştır.
Yukarı Alt